Sayfalar

Darbenin Sivil Kanadı Özal, Özel Televizyon ve Eşeği Tıraş Eden Adam'ın Hikayesi


Kemal Sunal'ın filmleri özel TV'lerde birçok kereler yayınlandı. Hala da zaman zaman yayınlandığını görüyorum. Elbette büyük sansürle. Yeni nesil için özel televizyonlar eliyle şekillendirilen Türk sineması sadece güldürü, sadece eğlence demek. Sansür sonucunu verdi yani, anlayacağınız. Etliye sütlüye karışmayan bir sanat, bir toplum yarattılar. Mesela üstad Atıf Yılmaz'ın Köşeyi Dönen Adam filmi. Sonunu hiç bir TV yayınlayamadı bugüne kadar, yakın zamanda da filmin sansürsüz yayınlanabilmesi pek mümkün görünmemekte. Çünkü Türkiye’de özel televizyonlar aracılığı ile kültürümüz değersizleştirilmeye ve değerlerimiz aşındırılmaya devam edilegelmiştir.


“Şaban'ın eşekli filmi” dersem hemen herkesin hatırlayacağı filmin oldukça siyasi bakış açısını ne yazık ki geniş kitleler asla öğrenmeyecek. Atıf Yılmaz’ın 1978 tarihli filmi Müjdat Gezen’in “Eşeğin Karnındaki Elmas” hikayesinden senaryolaştırılmıştı. Ama ne yazık ki yeni nesillerimiz için "Şaban" sadece eşekli bir güldürü figürü. O yüzden günümüzün bayağı güldürüsü "Recep İvedik" kendisinin “yeni Şaban” olduğunu sanmakta. Evet, İvedik Şaban'ın eşek seven, fil tıraş eden, köprü satın alan hallerine benziyor. Ama sadece o kadar. Şaban'daki derinlik, estetik ve ideolojik bakış asla İvedik'te yok, olamaz da zaten. İvedik’in doğduğu toplumla, Şaban’ın doğduğu toplum aynı toplum değil ne yazık ki.

Darbenin yarattığı toplumsal çalkantının bir sonucu olarak bugünün gençleri toplumdan, dünyadan ve kültürden yoksun olarak yetiştiriliyor. Darbe ile şekillenen yeni eğitim sistemimizin, silah zoruyla ailelere dayatılmasının ardından, düşünmeyen bir nesil yetiştirildi. O nesil bugün meslek sahibi oluyor, ticaret yapıyor, kamuda çalışıyor, oy kullanıyor ve aile kuruyor. Darbe çocukları olan bu yeni nesil dünyayı asla anne-babaları gibi göremediler ve ne yazık ki göremeyecekler de. Çünkü darbeyi yapanlar sadece siyasi bir adım atmadılar bütün bir toplumu alaşağı ettiler.


Kenan Evren ve silah arkadaşları (ve elbette silahsız dostları) yeni baştan ülkemizin siyasi, idari, kültürel ve toplumsal yaşamını dizayn ettiler. Bu dizaynda farklılığa, çeşitliliğe ve renkliliğe yer yok. Sadece kendilerinin onay verdiği, kendilerinin desteklediği ve kendi elleriyle besledikleri “şeylere” izin verilen bu yaşantı da elbette medyanın da işlevi oldukça yüksektir. Darbenin hemen ardından TRT’nin önce renkli yayına ardından da ikinci ve üçüncü kanallarla tam bir kültürel bombardımana başlaması yeni yönetimin medyadaki dikkat çekici hamleleridir.

TRT’nin medyadaki yeni anlayışı ise kültürel, düşünsel ve sanatsal bakış açısını kamu otoritesi altına alması demek olan TRT-2’nin açılması bir andan Türkiye’deki yaratıcılığın güdülenmesiyle sonuçlandı. Televizyon tekelini elinde bulunduran Kamu yayıncısının destek verdiği sanatçılar, düşünürler ve bilim adamları öne çıkıyordu. TRT bu desteğini ise iktidardaki Darbecilerin ideolojisinden beslenip, beslenilmediğine göre yapıyordu. Darbeye, askere ve kamunun bu otoriter tavrına muhalif olan akımların TRT’de yer bulması, geniş kitlelere mal olması imkânsızdı.

Devlet elinde bulundurduğu Televizyonu bir kültürel imha silahı olarak kullanıyor. Destek belirli bir grup “aydın”a yer veriyor ve ülkenin kültür, sanat ve düşün dünyasını tekel yordamıyla şekillendiriyordu. Darbenin yarattığı dayatmacı sistem bunu getiriyordu. Peki TRT’nin dayattığı kültürel, sanatsal ve düşünsel dünya nasıl bir dünyaydı. Aslında bunun pek de bir önemi yok. Zira baştan yaratıcı zekasını ve bilimsel özgürlüğünü yitirmiş bir sanat, kültür yada düşün ürünü güdük doğuyor, toplumsallıktan ve gerçeklikten uzak oluyordu.

TRT’nin ve de aslında devletin yönetimindeki kültür, sanat ve bilim özgürlükten ve özgünlükten yoksun oldukça toplum yaralanıyor, zaten bilimsellikten uzak eğitim politikalarıyla okul da kuşa çevrilen gençler tv başında beyinleri boşaltılıyordu. Peki TRT dışında bir mecra yok muydu? Yoktu çünkü darbe ile birlikte Türkiye’deki bütün sanatsal, kültürel ve bilimsel faaliyetler askıya alınmıştır. Dernekler ve vakıfların kapatılması en çok da düşünsel süreçleri baltalıyordu. Sıkıyönetim gevşetilip tekrar dernek ve vakıfların açılmasına izin verildiğinde ise artık Türkiye yasaları ve bürokrasisiyle bambaşka bir noktada olduğundan eski dernek ve vakıfların açılması fiilen de engellenmiş oluyordu.

Zaten 12 Mart muhtırasıyla eli ayağı kesilen 1961 Anayasası ve onun getirdiği özgürlük 1980 darbesiyle tümüyle ortadan kaldırılıyor yerine merkeziyetçi, dayatmacı ve kapsayıcı bir sistem getiriyordu. Bu sistemde düşün ürünü vermek, sanat icra etmek, bir kültürel süreç meydana getirmek bir yana dursun devletin haberi olmadan adım atmak neredeyse imkânsızdı. Darbecilerin arka plana geçip manipülatif seçim gösterileriyle sözde sivillere iktidarı teslim ettiklerinde ise durum aslında pek de değişmiyordu. Çünkü darbe sonrası ülkeyi tam on yıl süreyle yöneten tek adam olan Turgut Özal darbenin sivil kanadından başka bir şey değildi.


Darbe öncesi darbenin ekonomik temellerini atan ve bir anlamda uygulanmasını için darbe gererek 24 Ocak kararlarının arka planındaki isim olan Turgut Özal, her zaman ülkeyi liberalleştirdiği iddiasındaydı. Ancak bu liberalizasyon sadece devlet destekli küçük burjuva ve onun yetme akıllı düşün çevreleri için kısıtlıydı. Denklem öyle bir kurulmuştu ki ya devlet ile ve devletin şartları ile vardınız yada devletsiz yoktunuz. Bu denklem gereği devlete rağmen var olmak isteyenler devlet tarafından “yok edilmeyi” de göze alıyor demekti. Kültürümüzde siyasetimizden de farklı değildi. Sinema, tiyatro durmuş, üniversite kapatılmış, TRT dışında yaşam şansı kalmamıştı. Tabi TRT’de ve devlet güdümünde olmayı yaşamı sindirebilenler için.

1980 Darbesinin sivil kanadı Özal’ın tumturaklı sivilleşme, ekonomik liberalizasyon laflarıyla birlikte ilk özel televizyon kanalı 3 Ağustos 1989’da Lichtenstein’da kurulmuş ve ilk yayınlarını Almanya üzerinde 5 Mayıs 1990 günü yapmaya başlamıştır. Ancak Türkiye’deki yasalara göreve TV yayınları tekeli TRT’ye aitti. Devlet için bu ilk özel tv yasadışıydı. Devlet adamları bu yayınları izleyenlerin yasayı çiğnediğini söylüyorlardı. Ancak bir gariplik vardı. Bu yayının yapan şirketin yönetim kurulu başkanı ve televizyonun genel yayın yönetmeni darbecilerin TRT’ye atadığı daha sonra MHP’den milletvekilliği de yapan Tunca Toskay’dı. Şirketin sahiplerinden birisi Turgut Özal’ın oğlu Ahmet Özal’dı.

Yine topluma karşı “tavşana kaç, tazıya tut” oynanıyor. Özal ve devletin ta kendisi hülle yoluyla kendi yaptığı yasaları çiğniyordu. Hem de ne uğruna; bayağılık, aşağılık ve dezenformasyon uğruna. TRT karşısında önce özel tvlerin önündeki yasal engeller kaldırıldı. Sonra TRT vericilerinin özel yayın kuruluşları tarafından kullanılması sağlandı. Darbecilerin sivil kanadının getirdiği bu yeni “sözde özel” ama aslında devletin bir diğer tezahürü olan yayıncılık ülkemizin kültürel altyapısını lime lime etti. Star’dan sonra Show TV’nin de kurulmasıyla yazının başında başladığım kültürel sindirme ve değerler aşındırılması başlamış oluyordu.

Yeni kurulan bu özel televizyon kanalları darbe ile bitmiş olan yaratıcılığın yoksunluğunda sahip oldukları yayın saatlerini dolduracak zeka kapasitesine sahip değildiler. Bugün de böyle bir zekayı bulmak zorlanıyorlar. O yıllardaki çözüm bu yayın saatlerini darbe öncesi sinema salonlarını dolduran, geniş kitlelerin beğenisi kazanan filmleri yayınlayarak doldurmaktı. Ancak bir sorun vardı ki bu filmler siyasi bakış açısına sahipti. Hem de darbecilerin ve devletin desteklemediği siyasi bakış açısına. Kendi akıllarınca bunun da çözümünü “sansür”de bulmuşlardı.


Öyle ya Özal öncülüğünde kurulan bu özel televizyonlardaki TRT’deki gibi bir “denetim kurulu” yoktu, bürokrasi yoktu, daha RTÜK de kurulmamıştı. Peki o zaman bu sansür de neyin nesiydi? Kemal Sunal’a uygulanan sansür Hugo Balder’e neden uygulanmıyordu. Uç noktada bir komplo teorisi olarak yorumlanmamalı bu söylediklerim. Darbenin nedeni olarak gösterilen aşırı politize olmuş toplum kırmız noktalı filmlerle, siyasi mesajlarından ayrılması için makaslanmış Şaban filmleriyle politikadan, düşünceden, eleştiriden, kültürden, sanattan ve bilimden uzaklaştırılmaya çalışılmıştır. Başarılı da oldular sonunda.

Darbecilerin ve onların düşünsel takipçileri tarafından devam ettirilen içeriği boşaltılmış, amacından koparılmış ve bilimsellikten yoksun eğitim politikaları, resmen devlet tarafından desteklenmiş ve devleti yönetenler tarafından kurulmuş sözde özel televizyon kanallarını eliyle sulandırılmış, ciddiyetinden saptırılmış ve evrensellikten koparılmış düşün süreçleri ile desteklenmiştir. TRT ile başlayan özel tvler ile devam eden bu kültürel yozlaşmışlıkta ne yazık ki darbe öncesinin büyük filmleri kullanılmıştır.

Bugünkü nesil için Kemal Sunal değince akla Şaban, Şaban deyince de akla “eşşoğlueşşek” gelmesi istenmiş ve başarılmıştır. Bu başarının altından Evren’in Özal’ın zamandaki TRT’cilerin, ilk özel televizyon yapımcılarının payı vardır. Bu nedenle de Recep İvedik’i yapan adamların “yeni Şaban” diye ortaya dökülmeleri normaldir, çünkü İvedik gerçekten de Şaban’dır. Ama Özal’ın Şaban’ı, Darbe’nin Şaban’ı. Yani demek istediğim Özal’ın ve diğer darbecilerin Şaban’ı Eşek tıraş eden Şaban’dır. Bu yazının yazılmasına sebep olan “Köşeyi Dönen Adam” filminin sansürlenen final sahnesinde ve diğer bütün sansürlerde gerçek Şaban’ı yani gerçek Türk Sineması’nı ve yani aslında gerçek Yeşilçam’ı görebilmekteyiz.

Sansür’ün gerçekliğe vurduğu darbe ancak böyle anlaşılabilecektir











Hiç yorum yok:

Yorum Gönder