Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin Devrimsel Nitelikleri


1919 yılı Mayısın 19’unda; Anadolu’ya, Padişah’ın emriyle Dokuzuncu Ordu Müfettişi olarak atanan Mustafa Kemal’in aklında yeni bir devletin fikirleri olup olmadığı veya O’nun harekâtına destek veren askeri ve sivili Osmanlı Bürokrasisinin böyle bir fikre onay verip vermediklerini ele alan birçok düşünür, gerek Mustafa Kemal’in gerek diğer tarihi şahısların birçoğunun döneme dair anıları ve düşünceleri ortada iken, kendi bulundukları açıya göre farklı farklı değerlendirmelerde bulunmuştur.


Mustafa Kemal’in resmi olarak atamasının gerçekleştirilmesinden önceki faaliyetleri karşılaştırılmalı anılar incelendiğinde oldukça dikkat çekicidir. Gerçi zaten bizatihi Mustafa Kemal birçok kez yeni devlet fikrinin uzun yıllar önce kararlaştırdığını ancak uygulama için yer ve zaman kollaya geldiğini belirtmiştir. Zaten dönemin gazeteleri dahi Mustafa Kemal’in Osmanlı Başkentindeki siyasi hareketlenmesinin belirli çevrelerde rahatsızlık oluşturduğu bilgisini aktarmaktadır. Osmanlı Hükümeti çevrelerinde siyaset yapan Mustafa Kemal’in Başkentten uzaklaştırılması düşünülmektedir.

Mustafa Kemal’in 13 Kasım 1918’te döndüğü İstanbul’da, Şişli’de kiraladığı bir evde, ileride toplumu top yekûn bir savaşa sürükleyici Padişah’la siyasi çekişmelere girmiş, herhangi bir Osmanlı Münevverinden beklenecek nezaketle Padişah’ın şahsına doğrudan yönelmeyerek onun bürokratik uzantıları ile mücadele etmiştir. Ahmet İzzet Paşa hükümetinin bir direniş sergileyerek önemli işler göreceği kanaatindeydi ve bazı fikirlerini Ahmet İzzet Paşa ile mektuplaşarak paylaşmaktaydı. Padişah’ın hükümetinin iş yapma becerileri hakkında bir zabitten beklenmeyecek tarzda muhalefet sergilemiş, yetinmemiş Ahmet İzzet Paşa tarafından kurulacak yeni hükümette bakanlık talep etmiştir.

Mustafa Kemal’in de içinde yer almak istediği Ahmet İzzet Paşa hükümeti kurulamayınca, bu kez hükümet kurma görevi Tevfik Paşa’ya verilir. Tevfik Paşanın muhtemel hükümetinden ise Mustafa Kemal’in bir beklentisi bulunmamaktaydı. Ardı ardına kurulan hükümetlerde elde etmek istedikleri gerçekleşmeyince artık kurtuluş mücadelesinin payitahtta gerçekleşemeyeceği belirginleşmiştir. Yakın arkadaşı Ali Fethi Bey ile birlikte “Minber” isimli bir gazete kurup halkında aydınlatılması için uğraş vermiştir. Mustafa Kemal artık yakın çevresiyle Anadolu’da organize edilecek bir misil kuvvettin yordamıyla ulusun ve tarihin yazgısını değiştirebileceğini anlamıştır. Şişli’deki o meşhur evde artık düzenlenen toplantılarda Anadolu’ya geçişin planları yapılmakta, İstanbul’daki fiili işgal güçlerine yakalanmadan Anadolu’ya geçişin çareleri aranmaktaydı.

Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını öngören Sevr’in uygulamaya geçmesiyle beraber Anadolu’nun her köşesinden işgal haberleri gelmekteydi. Yaşanan işgaller karşısında halk huzursuz yaşamakta önce yerel otoritelere ardından da merkezi hükümete şikâyetler yağmaktaydı. İşgal güçlerine karşı Osmanlı Devleti sadece ağırbaşlılık telkin ediyor, Padişaha ve hükümete bağlılığın bir göstergesi olarak işgal güçlerine bir direnç gösterilmemesini emrediyordu. İşgal güçleri de işgal ettikleri bölgelerde yerel bürokratik erkâna Padişah’ın işgal ilgili izin(onay) yazısını gösteriyorlardı. Yani halk bir anlamda işgal edilmesine izin veren Padişah ve onun hükümetinden işgali durdurmasını bekler durumdaydı.

Yaşananların bir toplumun hafızasında travmatik yerler doğurduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu şaşkınlık içersinde bir takım yurtseverler yerel milis kuvvetler oluşturma yoluna gitmiş, dağıtılan Osmanlı Ordusu’ndan arta kalan silahları toplama gayretine düşmüş ve bazı noktalarda yerel direnç sergilemişlerdir. İşgal güçleri ise işgalin kendilerine Antlaşma ile sağlanan bir hakkı kullanırken silah kullanmak istemiyorlardı. İşgal bir haktı, direnç yaşanmalıydı. Bunun üzerine İstanbul’da Padişah’tan beklenen bir başka adım ise; işte bu işgale karşı olan dirençleri kırmak oluyordu.

Padişah ve hükümeti önce, bildiriler ve emirler ile halkın işgal karşısındaki direncini kırmak istemiştir ki bazı bölgelerde işe de yaramıştır. Ancak bazı bölgelerde ise işgal güçlerinin bölgedeki yerleşik Hıristiyanlarla işbirliğine gitmesi durumu zorlaştırmıştır. Uluslaşma sürecinde bulunan Anadolu Halkları arasında sadece Türkler bulunmamakta idi. Osmanlıdan ayrılıp bir ulus devlet kurmak belki en son Türklerin aklına gelmiştir. Anadolu Halklarından Ermeniler, Rumlar ve Kürtler Osmanlı’nın dağılması ve Avrupa’dan esen ulusçuluk akımıyla farkındalıklarını arttırma ve ulus kimliği kazanma yolunda ilerliyorlardı. İşte Sevr’in de imzalanması ile birlikte Anadolu da öngörülen yönetim bölgelerinde Türkler ile sorun yaşamaya başlamışlardır.

Sevr ile birlikte bir anda kendilerini yüzlerce yıldır ev bildikleri yurttan bir Ermeni, bir Rum veya bir Kürt yurdunda yaşamak durumunda düşünmek Türklerde bir huzursuz yaratmıştır. Ayrıca oluşturulacak bu yurtların kurtuluşunu öngören milis güçler ortaya çıkmıştır. Bu güçler artık içlerinde istemedikleri (ki artık o yurtlar onlarındır) Türkleri yurtlarından atmak istemektedirler, Türklerin de böyle bir istence karşılık örgütlenmemelerini beklemek hata olurdu. Ve nitekim onlar da örgütlenmişlerdir. Bazı bölgelerde farklı talepleri olan milis güçler karşı karşıya gelmeye başlamışlardır.

Bu karşı karşıya gelmeleri önlemek gerekmektedir. İşgal güçleri Padişah’a ve onun hükümetine bu sorunları halletmesini yoksa işgalin daha sertleşeceğini bildirmişlerdir. Hükümet bu direnç noktalarını ve milis güçlerin birbirlerine düştükleri yerleri denetleyecek ve yerel idari amirlerin tamamına emir verebilecek olağanüstü yetkilere sahip bir müfettişin Anadolu’ya gönderilmesi fikrini ortaya atar. Yalnız böylesi yetkilere sahip kişinin tespiti de önem arz etmekteydi.  Mustafa Kemal zaten bir kurtuluş fikri aramakta, Anadolu’ya geçişi planlamaktaydı.

Hükümet açısından ise görevlendirilecek kişinin ittihatçı olmaması elzem vaziyetteydi. Gönderilecek kişinin görevini yapabilecek nitelikte olmalı ama ittihatçılar gibi gizli planları bulunmamalıydı. Mustafa Kemal, askeri başarıları ve ittihatçılarla olan zorlu geçmişi, Vahdettin’le olan tanışıklığı ile görev için öne çıkan isimlerdendir. Hiç kuşkusuz Mustafa Kemal’in hakkında Ahmet İzzet Paşa’nın daha önce bir bakanlık teklifi olması onu muteber bir kişilik yapmıştır. Ayrıca Sadrazam Damat Ferit’in hükümet çalışmalarında Mustafa Kemal’in karışabilirliğini ön görerek onun başkentten uzaklaştırmanın kendisinin yararına olacağı fikri ile Mustafa Kemal’i bu göreve önerdiği düşünülebilir. Çünkü Mustafa Kemal, İstanbul’da bulunduğu süreçte belirli bir duyarlılık yaratmayı da başarabilmiştir.


Mustafa Kemal açısından ise; bu görev bulunmaz bir fırsattır. Aklındaki kurtuluş fikrini ateşleyebilecek niteliklere sahip olduğunu biliyordu ancak böylesine güçlü yetkiler ile donatılmış resmi bir görevle Anadolu’da atamayacağı adım, söz geçiremeyeceği bürokrat kalmayacaktı. Bir kurtuluş cephesinin organizasyonunda hiç kuşkusuz bu kadar eli güçlü bir şekilde olmak Mustafa Kemal’in işini kolaylaştıracaktır. Zaten bir kurtuluş umudu bekleyen halk, olağan üstü yetkilere haiz bir ordu müfettişi tarafından kolayca yönlendirilebilirdi.

İşte Anadolu’daki o adına Kurtuluş Savaşı’na denen tarihi süreç böyle bir gelişimin ürünüdür. Anadolu’da yeni filizlenecek bu yapılanma tamamıyla bir devrimci milis güçtür ki daha bundan kimsenin haberi yoktur. Mustafa Kemal, önce Samsun’a çıkmış, birlikleri teftiş etmiş ardında yöreyi dolaşmaya başlamıştır. Kavak ve Havza’ya uğramış, demeçler vermiş, halka seslenmiştir. Amasya’da büyük bir coşkuyla karşılanmıştır. Amasya’da buluştuğu isimler ise ihtilal hareketinin önde gelenleriydi; Ali Fuat Paşa, Refet Bey, Rauf Bey. Bu dört ismin altında imzası bulunan ve ihtilalin başlangıç bildirisi olan Amasya Genelgesi yayımlandı. 21 Haziran 1919 günü akşamına bütün yurttaki idari birimlere ve önemli kişilere telgrafla geçildi. Bu bildiri bir ihtilalin başladığını müjdeliyordu.

Bildiri Anadolu’da bir ihtilal ateşi yakıldığını hedefin ise yeni bir devlet olduğunu duyurmaktaydı. Zekice hazırlanmış bu metin bölgesel ve yerel olarak oluşturulan milis güçlerin bir araya getirilmesini sağlayacak bir merkezi yapılanmanın sinyallerini taşıyordu.  Bu merkezi yapılanmayı İstanbul’daki hükümetin gerçekleştiremediğini ilan ediliyor ve yapılanmanın gerçekleştirilmesi için bir kurulun kurulması gereğini söylüyordu. Bildiri doğrudan Padişah’ı hedef almamaktaydı. Zira doğrudan padişahın şahsına karşılık yapılabilecek en küçük bir şey Osmanlı Toplumunda dinden çıkmayla eşdeğerdi.  Padişahın şahsından hem bütün dini değerler hem de bütün bir Osmanlı Tebaasının onursal varlığı toplanmaktaydı. Osmanlı Padişahı yanlış yapmazdı ve bu yüzden eleştirilmesi bütün dini değerlerin çiğnenmesi olacaktı.

Ancak İstanbul’daki olmayan devletin varlığına karşı ortaya çıkan bu ihtilal komitesi (ki komitenin bazıları bizatihi yukarıda değinmeye çalıştığım bağlılık duygularına sahiptir.) eleştirilmesi mümkün olmayan padişahın otoritesine karşı nasıl ayaklanabilirdi ki. Bunun yolu işte o zekice hazırlanmış metnin dilinde gizlidir. Metin incelendiğinde sanki memlekette yaşanan işgaller ve bütün olumsuzlukların sorumlusu İstanbul Hükümetidir. Sığ bir yaklaşımla böylece Padişah’a hakaret etmeden ve dinden de çıkmadan İstanbul Hükümeti hedef alınarak bir ihtilalin başlatılabildiği söylenebilir ama bu dediğim gibi sığ olur çünkü Osmanlı yönetim anlayışı incelendiğinde görülecektir ki hükümet demokratik bir seçimle başa gelmez bu yüzden hükümet ne halkın ne de meclisin hükümetidir. Hükümet doğrudan Padişah’ın hükümetidir. Zaten Anayasa gereği meclise karşı değil Padişaha karşı sorumludur. Gerçi 1909 tarihinde yapılan Anayasa değişikliği ile hükümetin padişaha karşı sorumlu olması hali ortadan kaldırılmış olsa da değiştirilen Anayasa fazla yürürlükte kalmadan kaldırılır, meclis feshedilir.

Böylece denebilir ki aslında hükümet, Padişahtır; Padişah ta hükümet. Hükümete karşı yürütülen her hareket, Allah’ın yeryüzüne hükümran olarak atadığı Padişah’ın Allah’ın inayetiyle çıkardığı Padişah yasalarına karşı yapılmıştır. Amasya Genelgesinde Hükümeti eleştirmek demek aslında Padişahı ve o’nu yeryüzüne gönderen Allah’ı eleştirmek demektir. Bu yüzden Mustafa Kemal ve arkadaşları dine karşı geldikleri gerekçesiyle ileriki aşamada “Katli Vacip” ilan edilmişlerdir.


Sadece Amasya Genelgesinin varlığı bile aslında Ulusal Kurtuluş Hareketinin ihtilal kimliğine vurgu yapmaktadır. Yine ayrıca Genelge’de İstanbul’daki hükümetin işini yapmadığı ve bu durumunda ulusu yok olmuş gibi gösterdiği söylenmektedir. Haşa başta Padişah sağ ve salim iken yalnızca bir takım memurun işini doğru düzgün yamıyor diye ulusun yok olduğunu söylemek Padişah’ın varlığının sorgulanması demektir. Bu da yetmez metinde ulusun bağımsızlığını yine ulusun azim ve kararlılığı kurtaracaktır denmektedir.

Yani bir anlamıyla Padişah’ın şahsında simgeleşen ulusal bütünlüğü sağlamanın başka yolları aranmakta, Padişah’a gerek yok ulus kendi azim ve kararlılığı yordamıyla bağımsızlığını geri kazanacaktır denmektedir. Bütün bu çıkarımlar Mustafa Kemal ve Arkadaşlarının giriştikleri bu harekâtın doğrudan İstanbul’daki Payitahta ve onun yapılmasına izin verdiği işgallere yönelik olduğunu göstermektedir. Zaten İstanbul’daki Padişah ve Hükümeti de bu durumu böyle algılamış, Mustafa Kemal ve Arkadaşlarını Padişah’a ve Dine karşı ayaklanan bir takım başıbozuklar ilan etmişlerdir. Yetinmemişler ellerinden gelen her imkân ile Anadolu’daki bu ateşin sönmesini için çalışmış, isyanlar tertip etmiş, milis güçler üzerine birlikler göndermiş, bildiriler yayınlayarak halkı aleyhte kışkırtmış ve Anadolu’daki az kalmış Osmanlı memurlarının “isyankâr”larla işbirliği yapmasını önlemek istemişlerdir.

Osmanlı Devletinin başındaki Padişah ve onun emrindeki Hükümet, elinden geldiğince Mustafa Kemal ve Arkadaşlarının başında bulunduğu bu direniş hareketinin başarıya ulaşamaması için çabalamıştır çünkü bu hareket işgal güçlerine olduğu kadar Osmanlı Devlet’ine karşı yönelmiştir. Hareket daha ilk günü ilk saatinden itibaren kurtuluş ve kurtuluş sonrası yeni bir devletin inşası sinyalleri vermiştir. Bu sinyaller İstanbul’da yankı bulmuştur.

Öyle ki doğrudan İstanbul hükümetinin tertip ettiği Anzavur ve Kuvayi İnzibatiye ayaklanmaları ve dolaylı olarak İstanbul’dan desteklenen Bolu, Düzce, Hendek, Adapazarı, Yozgat, Afyon, Konya ve Urfa yöresindeki ayaklanmaların tek amacı vardı; Padişaha ve O’nun hükümetine karşı gelen Mustafa Kemal ve bozguncu arkadaşlarına karşı gelmek. Sıvas kongresi öncesi yaşanan Ali Galip olayı ise İstanbul hükümetinin Anadolu’daki memurlarına hala ulaşabildiğinin ve bir takım memurların İstanbul’daki yönetimden yana tavır aldığının en açık göstergelerinden biridir.

Anadolu Ulusal Hareketinin küçük milis güçlerden düzenli bir orduya dönüşmesi, ardından işgal güçlerine ve Osmanlı Devletinden kalan uzantılara karşı yürütülen mücadele sonucundan elde edilen motivasyonun bir ürünü olarak elen alındığında Türk Devrimi diğer büyük devrimlerden kendisine has bir yönü ile dikkat çekmektedir. Diğer büyük devrimler (Fransız, İngiliz(1640-49), Amerikan ve Rus ) sadece kendi içlerindeki karşıt güçler ile bir mücadele vermiş iken Türk Devrimcileri hem içeride Padişah Yanlılarına hem de dışarıda ülkeyi işgal eden İşgal Güçlerine karşı bir mücadele vermiştir.

Türk Devriminin bu eşsiz yapısı onu tarihin önemli halk hareketlerinden bir tanesi yapmaya değerdir. Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin birçok kez anlatılan ve daha önemli olduğunu vurgusu yapılan işgal güçlerine karşı savaşımının yanında esas mücadelesini Padişah Yanlılarına karşı vermiştir. Mücadele bu anlamıyla hem bir ihtilal hem de bir yurt savunması niteliği taşımaktadır.

Dr. Selahattin ÖZKAN

Yararlanılan Kaynaklar:
  1. Türk Devrim Tarihi - Toktamış Ateş - 2010
  2. Türkiye Tarihi - Cem Yayınları - 2000
  3. Atatürk ve Aydınlanma - Kemal Arı - 2009

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder