Kadim Mısır Tarihinden Modern Mısır’ın Babası Nasır’a


Adına Arap Baharı denilen ve 2011 yılından başlayarak günümüze kadar süregelen Ortadoğu coğrafyasındaki siyasi karışıklıklar yine en tarihi sonuçlarını kadim Mısır topraklarında verdi. Batılı güçlerin zengin doğal kaynakları nedeniyle bir türlü yakalarından düşmediği Müslüman halklar, bir türlü silkinip kendilerine çeki düzen veremeyeceğini böylece bir kez daha göstermiş oldu. Zira Mısır’da 2012 seçimlerinde çıkan sonucun, batılı medyada yaratılmak istenen iklime karşın, ne bir demokrasi ne de bir özgürlük olduğu şimdiden anlaşılmıştır. Kadim Ortadoğu ülkeleri içinde yetişmiş insan gücü, zengin kültürel dokusu ve binlerce yıllık idari gelenekleri olan Mısır, bir kez daha günümüzün firavunlarını yaratmak tehlikesini duyuyor.

Günümüzden yaklaşık altı bin yıl kadar önce Nil çevresindeki iki krallığı birleştirerek, Mısır’ın ilk merkezi devletini kuran Mers, binlerce yıl sürecek bir imparatorluğun temellerini böylece atmıştı. Hanedanların birbirini takip ettiği binlerce yılsonunda Mısır, kayıtlı tarihten beş yüzyıl önce prensliklere bölünmüştü. Yunanlıların, Romalıların, Bizanslıların, Memlukların, Osmanlıların ve İngilizlerin işgalleriyle kadim Mısırlılar, uzun bir süreyi sömürge toplumu olarak geçirdiler. Merkezi devlet kuran ve binlerce yıl ile ifade edilebilecek bir idari geleneğe sahip Mısırlıların sosyal ve kültürel gelişimi hem coğrafi hem de etnik olarak Ortadoğu’dan ayrı bir yer tutmaktadır. Ancak Mısır’ın Araplaştırılması ile Mısır bu özgünlüğünü yer yer kaybetmiştir.

Ancak uzun bir süre uykuda olduğu izlenimi veren bu kadim halk ve üzerinde yaşadığı topraklar, Batılıların ticari kaygıları ile dünyayı ele geçirme girişmesiyle hemen keşfedilecek ve büyük bir ilgiye mazhar olacaktır. Zengin doğal kaynakları yanı sıra, batılı ticaret yollarının üzerindeki eşsiz konumu, su yollarına imkan veren coğrafi yapısına rağmen, düşman istilalarından korunakları yapısıyla Akdeniz’in ileri karakolu olmaya çok müsaittir. Bunu ilk fark eden Fransızlar olacaktı. Napolyon’un askeri bir hareketiyle ele geçirmesine rağmen, Mısır, Osmanlı’dan asker çizmesiyle değil siyaset, düşünce ve iradenin ustalıklı diliyle koparılmıştır.

Osmanlı Mısır’daki Memluk rejimi yerine yerel bir sistem inşa etmek yerine merkeze bağlılığı artırmış ve siyasi hareketliliği engelleyerek ülkeyi idare etmiştir. Napolyon’un işgali için merkezden askeri bir karşı saldırıda bulunamayınca, Kavalalı genç bir subay olan Mehmet Ali ülkeyi neredeyse tek başına savunmuştur. Osmanlı devletinin yıpranan gücünü böylelikle test eden Mehmet Ali, Mısır’da kendi hanedanlığını kurmuştur. Osmanlı’nın, görünürde “Paşa” unvanıyla Mısır valisi olan Mehmet Ali, 145 yıl boyunca ülkeyi idare etmiştir. Mehmet Ali, modern zamanların ilk firavunuydu. Güçlü idaresi altında Mısır, ekonomik olarak büyük bir atılım gösterdi. Gelişmiş Fransız mühendisleri ülkede bir çok baraj ve kanal sistemi kurdu. Mısır yine tarım eliyle kalkınıyor, kalkındıkça idaresi güçleniyor ve askeri bir güç olarak dünya siyasetinde etkinleşiyordu.

Mehmet Ali geliştikçe, siyasal ve askeri bir güç olarak bağımsız hareket ediyordu. Osmanlı’nın zayıflayan idari yapısı da bu durumun perçinlenmesine ön ayak oluyordu. Mehmet Ali, önce Arabistan’daki vahabi ayaklanmasını bastırmakla ardından da Yunanistan’da çıkan bir ayaklanmayı bastırmakla Osmanlı tarafından yardıma çağrılınca, idaresi altındaki toprakları genişletmek ister. Suriye’nin kendisine bağlanmasını isteyen Mehmet Ali, Osmanlıdan olumsuz cevap alınca İstanbul’a kadar yürür, bu durum, Mısır ve Mehmet Ali’nin batılılarca çözülmesi gereken bir uluslararası sorun(!) olmasına neden olur. Londra’da düzenlenen bir konferansla Mehmet Ali, batılılarca Mısır Hidiv’i olarak tanınır, buna karşılık da kapitülasyonlar dayatılır. Zaten Mehmet Ali’den sonra Hidivliği üstlenen oğulları da Mehmet Ali’nin bağımsızlık iddiasını taşımamış, kapitülasyonlarla gelen görece rahatlarını sürdürmüşlerdir.

1869’da açılan Süveyş Kanalı gibi büyük ekonomik yatırımlar, Mısırın kapitülasyonlar veren egemen bir ülke konumundan hızla koloni hükümeti konumuna sürüklemiştir. Hidivlerin ve etraflarında kurdukları yönetici rantının halkta huzursuzlar çıkarması kaçınılmazdı. Bir yandan da Fransa ile İngiltere’nin bir birlerinin arkasından ama görünürde ortak sömürü politikaları yüzünden Mısır Hidivleri batılı siyasi komplolarının da odağındaydı. Çok uluslu bütün imparatorluklar gibi Ulusçuluk akımı, Osmanlı’ya ve onun uzandığı kadim Mısır topraklarına da ulaşınca Mısır’daki siyasi hava iyice sarsıldı. Biryandan Hidivlerin ve oluşturdukları yönetici sınıfların Türk kökenli olması, bir yandan batılı eğim almış şanlı azınlık ile fakir fellah[1] ve arapların sıkıntıları diğer yandan yükselen Müslüman arap milliyetçiliği Mısır’ın yeni tartışmalara girmesine sebep oluyordu.


1882’de ilk kez “Mısırı Mısırlılara geri vermek” amacıyla Ahmet Arabi, askeri bir darbe ile Hidiv Tevfik’i devirmeye çalıştı. Ancak İngiliz çıkarmasıyla yenilgiye uğradı. Mısır, böylece İngiliz egemenliği altına girmiştir. İngiltere burada bir sömürge yönetimi dahi kurmamış, ülkeyi konsoloslar eliyle yönetmiştir. Ülke içinde siyasi unsurlarda işgal yıllarda parçalanmıştır. Siyasal-islam taraftarları İngiliz yönetimiyle bağlarını artırırken, milliyetçiler, demokratlar ve sosyalistler yeni bir ittifak arayışına girmişlerdir bile. Bu arada İngiltere Mısır’daki egemenliğini Sudan’dan Irak’a kadar genişletmeye başlamıştır. İngilizlerin bu geniş coğrafyada Osmanlı aleyhine olarak destek verdikleri düşünce ve örgütlenme özgürlüğü bir Arap ulusçuluğun doğmasına imkan verecek ve ileride bu hareket İngilizler aleyhine de başarılar elde edecektir.

İngiliz işgali altında batılı tarihçilerin “Birinci Dünya Savaşı” olarak adlandırdığı ilk paylaşım savaşına  giren Mısır’da Osmanlı’nın cihad çağrısını pek yankı uyandırmaz, zaten savaş müreffeh mısırda pek de umursanmaz. Sonuçta Mısır bu savaşta büyük yaralar almaz ancak Arap ulusçuları savaş sonrası ABD Başkanı Wilson’ın self-determinasyon ilkesinden yararlanabileceklerini düşünürler ama İngilizler buna yanaşmaz. Milliyetçi Vafd Partisinin lideri Saad Zaglul’un İngiltere’den bağımsızlık istemesi üzerine Malta’ya sürülmesi, Mısır’da olayların çıkmasına neden olur. Olayları bastırmak isteyen İngiltere ülkede yarı bağımsız bir rejim kurulmasına izin verir. Parlamenter bir monarşi ilan edilir ancak İngiltere Süveyş kanalı ve İngilizlerin ticari çıkarları bahanesiyle ülkede asker bulundurmaya devam eder. 1920’li yıllar Mısır’ın iç siyasi çalkantılarıyla geçer.

Öte yandan, Mısırlı milliyetçilerin ısrarla Mısır’ın bir parçası olarak gördükleri Sudan’da da milliyetçi ayaklanmalar başlaması Sudan ile Mısır’ın tarihi bağlarının kopmasıyla sonuçlanır.  İngiltere Mısır ile Sudan yönetimlerini böylece ayırmıştır. 1930’lara kadar bir çok siyasi cinayet, bombolama ve eylemlerle sarsıntılı geçiren Mısır bir de 13 yaşında iktidara gelen Kral Faruk ile yüzleşmek zorunda kalır. Kral ile birlikte parlamento aracılığıyla iktidarı paylaşan Vafd Partisi ise Mısır’ın bağımsızlığı için kurulmuş, çok parçalı bir ittifak görünümdeydi. Parti içinde siyasal olarak solcu, demokrat ve milliyetçi kesimler, sınıfsal olarak askeri, küçük burjuva ve proleter kesimler bir arada bulunuyordu. Ancak bu yapı partinin ekonomik çözümler sunamamasına neden olmaktaydı. Bu nedenle parti parlamentodaki yerini kaybeder, otuzların sonuna doğru ise bu kez Faşist İtalya korkusuyla İngiltere ile yakınlaşma politikası güder.


Ancak bu yakınlaşma sonunda imzalan 1936 Antlaşması, ülkede siyasal kutupların yeninden kurulmasına neden olur. Vafd karşısındaki en büyük güç olan ve bir zamanlar İngilizlerle ortak olmak durumunda bulunan siyasal-İslamcı gelenek, bu kez, muhalefete sürüklenir. Hassan el Banna önderliğinde kurulan “Müslüman Kardeşler” dini bir uyanış hareketi olarak kendini tanımlasa da siyasette de çok etkili olur. Vafd’ın İngilizlerle yaptığı antlaşmayı bir ihanet belgesi olarak takdim eder, aslında belge ile ilk kez Mısır kendi ordusunu ve kendi askeri haber alma teşkilatını kurmaktadır. Ülke idaresinde ilk kez Mısırlılar daha çok söz sahibi olmaya başlamıştır. Ancak antlaşma savaş durumunda İngiliz askeri yönetiminin geri gelmesini öngörüyordu ki, bu çok kısa zaman sonra patlak verecek “İkinci Dünya Savaşı” ile gerçekleşecekti.

1940’lı yıllar çok hızlı geçer, İtalya’nın savaşa girmesine kadar savaştan uzak durmaya çalışan Mısır iktidarı 42’de Alman askerinin ülkeye girmesiyle yüzleşir. Alman işgaliyle sarsılan ülke bir de kral ile İngiltere arasındaki anlaşmazlıklarla sarsılır. Alman güçleri savuşturulur ama ülkedeki krala ve iktidara bir gelen bir giden Vafd Partisine karşı yükselen muhalefet iyice güç kazanır. Şiddetlenen muhalefet bir yana savaş sonrası Hindistan’a dahi bağımsızlık yolu açan İngiltere’nin Ortadoğu politikası pek değişmemişti. Nil kıyısı neyse ama Süveyş Kanalı’nda İngiliz egemenliği bitecek gibi değildi. Sudan meselesinde ise Mısır ile İngiltere’nin farklı dünyalarda olduğu açıktı. Son elli yıldır ülkede bir şekilde iktidara sahip olan Kral ve emrindeki ordu artık halkın ve siyasal muhalefetin hedefindeydi. 40’lı yılların sonunda ise İsrail’in kurulmasıyla sonuçlanacak Filistin meselesi sırasında Mısır ordusu ve devletinin ne kadar zayıf olduğunun anlaşılması Mısır muhalefeti daha da cesaretlendirir. Ordu da karışmıştır. Cemal Abdülnasır öncülüğünde “Hür Subaylar Örgütü” ordunun Filistin sorunu karşısındaki zayıf konumu nedeniyle kurulur. İsrail’in kurulmasından sonra sıkıntılı günler yaşayan Mısır’da “Müslüman Kardeşler” eylemler, boykotlar ve grevler başlatır. Darbe yaklaşmaktadır.


23 Temmuz 1952’yi 24 Temmuz 1952’ye bağlayan gece saat birde başlayan bir operasyonla ordu içindeki kral yanlısı askerleri tutuklayan “Hür Subaylar Örgütü” Abdulnasır’ı genel kurmay başkanlığına getirmiştir. Abdulnasır’ın ilk demeci kralın ülkeyi bir an evvel termesi yönünde olur. Kral sabaha karşı el-Mahruse isimli bir gemi ile ülkeyi terk eder. Darbenin hemen ardından yaklaşık bir saat içinde başkent Kahire’deki yönetimi sağlayan “Hür Subaylar Örgütü”nün ve Abdulnasır’ın ilk icraatı toprak reformunu gerçekleştirmek olur. Zira yaklaşık iki binlik yıllık bir aradan sonra ilk kez Mısırlıların yönetimine giren ülkedeki en büyük sorun, toprak mülkiyeti ve feodalite sorunudur. Zaten Abdulnasır devrim sonrası yazılarında da sürekli harekâtının feodaliteye karşı yapıldığını söylemektedir. Reform ile toprak mülkiyetine sınırlama getirilir ve kişilerin elinde toplanmış olan fazla toprak devlet eliyle fellahlara dağıtılır.

Nasır, devrim sonrası, Mısır’ın tek yönetici konumundaydı. Müslüman Kardeşler ve Mısır Komünist Partisi dışındaki eski ve siyasal tabandan yoksun partiler kapatılır. Ancak çok geçmeden Müslüman Kardeşler’in iktidardan pay kapmaya çalışmaları ve silahlı mücadele anlayışından geri atmamaları sorun yaratmaya başlamıştı. Ekim 1954’de Müslüman Kardeşler örgütünün Nasır’a suikast yapmaya çalışması, bardağı taşıran son damla olur. Müslüman Kardeşler partisi de, böylece kapatılır. “Hür Subaylar Örgütü”nün devrimi gerçekleştirirken belirli bir siyasal görüşü olduğunu söylemek zordur. Mısır Devrimi, genel anlamıyla anti-emperyalist, anti-feodal, milliyetçi, demokratik bir burjuva devrimidir. Daha sonraları Arap Sosyalizmi olarak nitelenecek Nasır politikaları dönem içinde, pratikte oluşacaktır.

54’te Sudan’ın Mısır’ın kendisiyle birleşme beklentisini aksine, İngiltere’den bağımsızlığını alması ardından da Suveyş Kanalı için İngiltere ile pazarlıkların yürütülmesi ile Nasır, uluslararası düzlemde de kendisini duyurmaya başlamıştı. Türkiye, Irak, Pakistan, İran ve İngiltere’nin kurduğu Bağdat Paktı’nı Ortadoğu’da emperyalizmin savunuculuğu yapmak olduğunu ileri süren Mısır, Yugoslavya ve Uzak Asya ülkeleri ile birlikte yeni bir blok kurmanın peşine düşer. Üçüncü Dünya yada Bağlantısızlar olarak tanımlanacak bu yeni blok, batılılar tarafından komünizmin oyununa gelmek olarak yorumlanacaktı elbette. İsrail’e karşı silahlanmak isteyen Nasır ABD yerine Sovyetlerden silah bulabilmesi elbette Nasır’ın batılılarla olan ilişkisini kesintiye uğratmıştır.


Nasır’ın en büyük ekonomik projesi olan Nil nehrine kurulacak baraj inşası için gereken finansmanı yine batılılar yerine Sovyetlerden bulması bir kez daha Mısır’a dikkatleri toplamaktaydı. Aynı yıl Mısır, resmen, komünist Çin’i tanımaktaydı. Nasır, batılıları çileden çıkarmaya niyetli gibiydi, en sonunda Süveyş Kanalı’nın millileştirileceğini ilan etti. Bu açıklama Mısır ile Batı Dünyası arasındaki iplerin kopmasına neden olacaktı. Mısır halkı ise Nasır’ın sadece bu söyleminden dahi etkilenmişti. Arap dünyası gözünü dikmiş, Nasır’ın oynadığı liderlik yarışından galip gelemeyeceğini merak ediyordu. Zaten şimdiden bir fenomen haline gelen ve bütün Arapların saygı beslediği Nasır giderek egemenlik alanını yükseltmeye niyetleniyordu.

26 Temmuz 1956’da Nasır’ın Süveyş’i millileştirme açıklamasından sonra batılı güçler ABD, İngiltere ve Fransa öncülüğünde Süveyş’i en çok kullanan 22 ülke bir araya gelmiş ve savaş kararı almışlardır. 29 Ekim’de İsrail Sina çölüne 5 Kasım’da ise İngiltere ve Fransa Port Said’e asker çıkarır. Nasır, çıkarmaların başlamasıyla birlikte, Emperyalizme, uzantısı olan Bağdat Paktı ve İsrail’e karşı savaş ilan eder. Çatışmalardan birkaç gün sonra Sovyetler’in nükleer savaş tehdidi işe yarar, batılı güçler geri adım atmak zorunda kalır. Mısır Süveyş’i alır, ülkedeki son kapitülasyon kalıntılarını yok edilir. İngiltere diğer Arap ülkelerinde kendisine karşı yürütülen protestoların ekonomik çıkarlarına getireceği yükten endişe eder, savaş ile birlikte Sterlin değer kaybetmeye başlamıştı bile, patlayan petrol boru hatları da cabası.

Süveyş Kanalı’nın millileştirilmesi mücadelesinden başarıyla çıkan Nasır, artık iyice Sovyet çizgisinde bir siyaset gütmeye başlar. Söylemlerinde, sosyalizmden, kooperatifçilikten, demokratikleşmeden ve planlı ekonomik kalkınmadan bahsetmeye başlar. Sigorta şirketleri, bankalar ve basın sırayla millileştirilir. Eğitim ve sağlık hizmetleri yaygınlaştırılır. Günlük çalışma saati yedi saate indirilir. Şirket karlarının dörtte biri işçiler arasında paylaştırılması şartı yasalaştırılır. Devlet eliyle planlı ekonomiye geçilir. Ekonomideki kamu ağırlığı giderek artırılır. Nasır içeride güttüğü bu toplumcu politikalar yanında dışta da Arapları bir bayrak altında toplamaya çalışıyordu. Emperyalistlerin çizdiği yapay Ortadoğu haritasına inanmayan Nasır, Suriye il 1 Şubat 1958’de birleşerek Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni kurar ve ilk cumhurbaşkanı olur. Ancak Suriye’de gerçekleştirilen gerici bir darbe Suriye’nin birlikten ayrılmasıyla sonuçlanır.

Nasır, 28 Eylül 1970’te ölümüne kadar ülkesini ve Ortadoğu halklarını etkilemeyi sürdürdü. Batılı emperyalistlerin zora dayalı üstünlüklerine meydan okudu, halkına ve Araplara birçok yenilikçi ortamı yaşattı. İslam ile sosyalizmi pratikte de olsa bir araya getirmeye çalıştı. Ardında bıraktığı iki büyük miras Arapları bir bayrak altında toplama ve İslam ile Sosyalizm’i birleştirme çabaları sonuçsuz ve takipsiz kaldı. Batının emperyalist gölgesi, Ortadoğu’nun kadim toprakları üzerinde dolaşmaya devam ediyor. Nasır gibi karizmatik bir liderin eksikliği, bugün, Ortadoğu’da en çok da Mısır’da her zaman olduğundan daha fazla hissediliyor.

Dr. Selahattin ÖZKAN


Yararlanılan Kaynaklar:
  1. Afaf Lutfi Al-Sayyid Marsot, Mısır Tarihi (Arapların Fethinden Bugüne), 2010
  2. TDV İslam Ansiklopedisi, Mısır Maddesi, Cilt 29
  3. Devrimler ve Karşı Devrimler Ansiklopedisi, Cilt: 2


[1] Fellah: Çoğunlukla topraksız köylü, ırk bakımından Arap olmayan, yerli Mısırlı halk.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder