Sinemamızda Kürtler ve Hamza Aktan'ın "Tuhaf Hayat"ı


Birikim dergisinin internet sitesinde 25/11/2011 tarihinde Hamza Aktan imzasıyla yayınlanan “Mahsun Kırmızgül’ün Tuhaf “Hayat”ı isimli makalede savunulan geri kalmış birçok fikrin sıklıkla sol ve Kürt basınında savunulduğuna yıllardır şahit oluyordum. Ancak ilgili makalenin Birikim’de ve daha sonra sosyal çevrelerde hemen paylaşılması ve popüler bir televizyon dizisi üzerinden “derinlemesine” bir Kürt sorunu analizine girişiyor olmasına kayıtsız kalamazdım.

Sayın Aktan, makalesinin başında önce sorunun tarihsel geçmişini bu televizyon dizisi bağlamında ele almaya çalışmış. Ana akım medyada ve Yeşilçam’da yapılan bir çok değerli çalışmaya da dönemin kendi ruhundan ve o çalışmaların yapımcıları, oyuncuları ve senaristlerinden düşünce dünyasından bağımsız bir bakış ortaya koymuş. Kürt sorunun ortaya çıkışı ve Türklerce nasıl algılandığı ve/veya algılanması gerektiği üzerine yazılan onlarca makaleye kıyasla Aktan’ın yazısı özellikle içten girişimleri göz ardı etmesi ve toptancı bir yaklaşımla bütün toplumu topun ağzına koymasıyla oldukça dikkat çekici bir özellik taşımaktadır.

Aktan Cumrhuriyet’in kurulması arkasından yaşanan uluslaşma çabalarına karşı ve o dönemde yapılan telafisi mümkün olmayan sayısız hatayı genellemeye ve açıkça bir “niyet okuma” çabasına girişmekte. Çıkılan bir büyük savaşın ardından yönetim erkinin kendi dünya görüşü doğrultusunda yeni baştan dizayn edilen devleti şekillendirmeye çalışırken zamanın da ruhuna uygun olarak bir ulus-devlet ve otokratik cumhuriyet kurmalarını anlayamayan veya anlamak istemeyen yazar, sorunun sadece sanki Kürt bölgelerinde yaşanan baskı ve karşı direnç olduğu gibi bir kısıtlama çabasına girişmektedir.

Ulus-devletin yarattığı nevrozdan sadece Kürtler müzdarip değildir. Batılılarla girişilen bir yarış sonucunda oldukça gevşemiş din/töre temelli kozmopolit bir imparatorluğun Anadolu coğrafyasında arta kalanlarından bir ulus-devlet yaratmaya çalışan BMM hükümeti ve Mustafa Kemal, bazen insanlık onuruna bazen de bugün sahip olduğumuz demokratik anlayışa oldukça aykırı bir takım hareketlerde bulunmuş olabilirler. Ancak bu hareketlerin içinde Kürtlerin bilinçli bir seçilimle asimilasyona tabi tutulduğu algısı yaratmak istenmesi bilimsel olmadığı kadar ahlaki de değildir.

Mustafa Kemal ve yeni devlet, bir imparatorluk artığı olan toplumdan modern bir ulus yaratmak gayesiyle sadece Kürtlere değil, aynı zamanda Çerkezlere, Lazlara, Rumlara, Ermenilere, Boşnaklara ve farklı mezhebe sahip Türklere de baskıcı politikalar uygulamıştır. Kürtlerin yaşadığı acı ve gözyaşının vicdanlarda ve zihinlerde daha derin izler bırakmasının ahlaki sorumluluğu hepimizin omuzlarındadır. Ancak yaşanan bu zulmün sorumluluğu salt bunu yapanlarla aynı etnik ya da dinsel kimliği paylaşıyor diye bütün bir topluma mal edilemez.

Ayrıca Aktan’ın yazısında örnek verdiği devletin doğu (Kürt) illerine yapılan halk müziği ezgilerini toplama gezilerinin sonuçlarından muazzam hatalı çıkarımlar yaptığı gözlenmiştir. Bu geziler sonucunda bir takım Kürt türkü ve ezgilerinin Türkçe’ye kazandırıldığı, bazı halk ezgilerinin Türkleştirildiği bir gerçektir. Ancak Kürtlerin sadece Kürtçe konuşup, sadece Kürtçe türkü yaktığı da bir yanılsamadır. Yıllarca beraber yaşanan Kürt ve Türk halkları arasında dil, din ve kültürel ortaklıklar olduğu gibi folklorik ortaklıklar da mevcuttur. Kürtler, kendi dilleri yanında Türkçe’de konuşmuşlar, Türkçe de zılgıt çekip, türkü çağırmışlardır.

Kürt folklorik sanatının en büyük temsilcileri olan dengbejlere ambargo uygulandığı, bu halk ozanların anayasal seyahat özgürlüğüne aykırı olarak geziler düzenlemesine izin verilmediği ve böylece dengbejlik geleneğinin baskılandığı da bir gerçektir. Ancak bütün bunların altında yatan Mustafa Kemal’in ulus devlet inşa çabaları doğrultusunda toplumu Türkleştirme gayretleridir. Bu gayretlerin dönemin ruhundan koparıp bugün hepimizin ortak sahip olduğu insani ve demokratik ön yargılarımızla okunması tarihi gerçekliğin çarpıtılmasına neden olacaktır. Yazar, özellikle şark bülbülü tanımlamasıyla Türkçe konuşan doğulu (Kürt) tipi ile halkın karikatürleştirildiğini öne sürmektedir. Ancak ne yazık ki bu tarz bir yaklaşım sadece Kürtlere de özgür değildir.

Yaratılmak istenen şehirli, medeni ve tek tip Türk ulusu resmi içerisinde Menteşe Yörüğü de Çukurova Köylüsü de Trabzon Çiftçisi de Doğulu (Kürt) de sadece birer "mazide kalmış eğlence figürü"nden öte bir şey değildir. Bu algı Nasreddin Hoca’ya da Hacivat Karagöz’e de uzatılabilir. Ancak Osmanlı’nın meşrutiyetle gelen ilk modernleşme çabalarından itibaren merkezileşen kültür politikaları yerel tatları aşağılamaya başlamış ve hiçbir zaman farklılıkları kucaklayıcı olmamıştır. Ancak unutulmasın bu dışlayıcı politika sadece Kürt köylüsüne karşı değil Türk köylüsüne de uygulanmıştır.

Anadolu coğrafyasından asırlardır birlikte yaşayan Türk ve Kürt hakları, siyasi otoritenin tutumlarındaki farklılaşmaya rağmen, eğlence algılarında da ortaklaşmaya gitmiştir. Bu topraklarda taşlama çok eski bir gelenektir. Kürtlerde de vardır. Türklerde de vardır. Folklorik anlamda ötekinin komikleştirilerek eleştirilmesi toplumumuzun –bütün dünya gibi- ortak bir sorunudur. Ama bir gerçektir ve toplumsal tabanı da mevcuttur. Ötekileştirme sadece tavan tabana uzanan simetrik bir oldu değil sorunlu kökleri toplumsal kodlarda aranması gereken eski bir problemdir.

Sayın Aktan’ın yazısında sıklıkla belirttiği devletin Türkleştirme politikaları algısında da bir aksaklık olduğunu belirtmeliyim. Yazarın gözden kaçırdığı nokta; devletin yerleştirmeye çalıştığı noktadaki Türk tanımının içeriğidir. Devletin tanımına göre; Türk’ün Sünniliği, Kentliliği ve Ehlililiği ile öne çıkmaktadır. Bu tanıma göre Sünni olmayan Hristiyan ve Alevi Türkler de aykırı, öteki kabul edilmiş, inançları ve kültürleri baskılanmıştır. Yine bu tanımın dışında kalan köylü ve konar-göçer Türkler de zorbalıkla kentlileşmeye çalıştırılmış ve kültürel asimilasyona tabi tutulmuştur. Yine siyasi, kültürel, etnik veya dini herhangi bir nedenle devlet politikasına muhaliflerin tümü baskılanmış ve "Ehil Türk" olmaya zorlanmıştır.

Yazar’ın ilgili yazısında Yeşilçam’dan örnekler verdiği ve toplumun her kesiminden insanın beğenisi kazanmış sinema filmlerine göndermeler yaptığı gözlenmiştir. Yazar, bahsettiği filmlerin neden yapıldığını ve/veya en azından o filmlerle ne yapılmak istendiği tam olarak araştırmamış, makalesine uygun örnekler bulmak amacıyla popüler filmlere saldırmıştır. Doksanlı yıllarda çıkan özel tv’lerle birçok sahnesi sansürlenerek ve sadece güldürücü öğeleri öne çıkarılarak yayınlanan Şalvar Davası, Düğün, Salako, Kibar Feyzo gibi filmlerin gösterildiği yıllarda ne büyük yankılara sebep olduğu, gerçekçi toplumsal sinemamızın önünü nasıl açtığı anlaşılamamıştır.

Adı geçen filmlerde anlatılan öykülerin Doğu’da geçiyor olmasının, karakterlerin Doğulu olmasının, lehçeleri bozulmuş kırık bir Türkçeyle konuşan kimselerin Kürt’e benzemelerinin sebebi Kürtlere ve Kürt halkının toplumsal ve kültürel sorunlarına duyarsız kalındığının bir göstergesi sayılması hem o filmlerin altında imzası olanlara hem de o filmlerde oynayan emekçilere büyük bir saygısızlıktır. O filmlerin Türkçe çevrilmesini, devletin Kürtleri Türkleştirme amacının gizli bir göstergesi olarak yorumlamak hastalıklı bir düşünce yapısını tezahürüdür. Kürtlerin, Türklerin de ortaklaşa konuştuğu dil Türkçe’dir. Bir Türk olarak en büyük utancını aynı toprağı paylaştığı komşuları, kardeşleri ve akrabalarının dilini bilmemek olarak düşünen birisi olarak açıkça söyleyebilirim ki bu ortak dilin Türkçe olması benim suçum değildir, Türklerin de suçu değildir. Sahip olduğumuz ortak tarih bizi böyle bir sonuca getirmiştir.

Bu sonuca dayanarak Kürtlerin toplumsal sorunlarını bütün topluma ulaştırmak, ve bunu yaparken de komedinin yürekleri yumuşatan dilini kullanmak istediğimde Türkçeyi kullanmaktan başka seçeneğim de yoktur. Yeşilçam’ın 60’lar ve 70’ler boyunca toplumsallaşması, solun sinemanın gerçekçi bakış açısına katkı sağlaması ile Kürtlerin sorunları ilk kez dile getirilebilir olmuştur. Toplumun kitlesel olarak politize olduğu bir ortam da sinemamız da politikleşmiş, yıllarca göz ardı edilen toplumsal ve kültürel meseleler ilk kez dillendirilmeye başlamıştır.

Aynı toprağı paylaşmaktan başka, aynı dini, aynı dili(!) aynı kültürel birikim paylaşan Türkler ve Kürtler politize olmuş kültür hayatımızın içinde ortak bir sinema dili yaratmış ve doğuda (Kürt illerinde) yaşanan sorunları konuşmaya, aktarmaya ve çözüm aramaya başlamıştır. Şalvar Davası’nda, Kibar Feyzo’da, Salako’da anlatılan hangi sorun bugün çözülebilmiştir. Kürtlerin ağalardan, çetelerden, sağlıksız çevre koşullarından, okulsuzluktan, elektriksizlikten, hastanesizlikten, ebesizlikten çektiklerini dile getirmenin, bunu halka ulaşabilecek en yalın dil olan komediyi kullanarak yapmanın ne kötülüğü olmuştur.

Sinemada, sahnede ve kültürel hayatımızda Kürtlerin sadece şivesi bozuk kırık bir Türkçe ile yerel kıyafetler içinde resmedilen bir figüratif nesneden çok daha fazlası olduğu bilinen bir gerçektir. Kimsenin, özellikle yazıda bahsi geçen filmlerde yer alan Yeşilçam emekçilerinin hiç birisinin Kürtleri sadece böyle algıladığını düşünmüyorum. Kürt dili ve kültürünün büyüklüğü ortadadır. Binlerce yıldır Anadolu’da ve Mezopotamya’da yaşam mücadelesi veren Kürtlerin büyük düşleri, büyük türküleri ve büyük bir kültürleri vardır. Bu düşler, türküler ve kültürler bütün baskı ve yıldırmalara karşı yaşamayı ve gelecek kuşaklara aktarılmayı başarmıştır. Bu büyük kültür gibi hiçbir kültür yoktur ki etkileşimden ve eleştirilmekten muaf olsun. Her kültürün özneleri ve nesneleri o kültürü yaratanlar ve başka kültürler tarafından eleştirilirler ve başka insanlarla ve onların kültürleriyle etkileşirler.


Eleştirinin ve etkileşimin olmadığı yerde kültürlerin durağanlaşacağı ve zamanla kaybolacağı unutulmamalıdır. Zaman ve mekandan bağımsız olarak ne tarihin ne kültürün ne de sosyal bilimlere konu olan her hangi bir olgunun anlaşılması mümkün değildir. Bu bağlamıyla zaman ve mekan değiştikçe o kültürlerde değişecek ve gelişecektir. Kürt halkının yazarın atıfta bulunduğu filmlerde güldürü yoluyla eleştirilen toplumsal yapıları bu çağın gerçeklerine aykırıdır. Nüfus kontrolü, kadın ve çocuk hakları, halk sağlığı önlemleri, doğum kontrolü, ağalık, derebeylik ve insanın insana tahakkümünün her hangi bir kültürün değeri diye sahip çıkılması saçmadır. Ne vicdani, ne ahlaki ne de bilimseldir.

Ulus devlet inşası sırasında yapılan büyük ayıplar ve insani suçlar bir yana geri kalmışlığın kültürel kimliğin bir parçası olarak savunulması hatasına düşen Sayın Hamza Aktan’ın bu noktadan sonra yaptığı bütün çıkarımlar tutarlılık zeminini yitirmektedir. Yazar, böylesine derin analizler içeren geniş bir girişten sonra yazıya konu başlığı yapılan Mahsun Kırmızgül’e ait televizyon dizisi “Hayat Devam Ediyor”u eleştirmeye başlıyor. Dizinin arkasındaki ismin bir Kürt olması dahi yazara göre eserin Kürt düşmanı olmasını engellemiyor.

Mahsun Kırmızıgül’ün daha önceki kariyerine bakıldığında bütün diğer Kürt aydınları gibi kendisinin de Kürtlerin bir toplum kesimi olarak topluca maruz kaldığı bütün kültürel, siyasal, ekonomik ve toplumsal engelleri aşarak “bir yerlere geldiği” açıktır. Ancak Kırmızıgül’ün sinema alanında daha önce koyduğu eserleri de çeşitli eleştirilere muhatap olmuş, kimisi eserleri yermiş, kimisi ise yükseltmiştir. Sayın Kırmızıgül’ün sinema alanında hem toplumsal gerçeklikten beslenen hem de büyük kitlere hitap etme kaygısı güden popüler eserler vermeye çalıştığı anlaşılmaktadır.

Mahsun Kırmızıgül’ün Hamza Aktan’ın ilgili yazısına konu olan dizisinde TV izleyicilerinin aşina olduğu cinsel göndermeler, feodal toplum bağları, büyük aile ilişkileri, kadınların erkeklere biat ettiği yaşam stilleri tekrarlanmış, otantik görüntüler ve ilgi çekici kareler ile kitlelerin ekrana bağlanması sağlanmıştır. Dizi ile ilgili yapılabilecek eleştirilerin hepsi makuldür. Zira dizinin giderek muhafazakarlaşan toplumumuza katkısı ancak bu doğrultuda olmaktadır. Geri kalmış, feodal ve ahlakçı bakış açıların sorgulanmasına ve toplumsal etkileşimin artmasına katkı sağlamayan bu diziyi izlemenin bireylere de olumlu bir katkısı olmamaktadır.

Ancak dizide gösterilen aile bağlarına, feodal toplumsal yapısına ve çarpık ahlak anlayışına “Kürtlerin kültürel değerleri karikatürize ediliyor” diye karşı çıkmanın elle tutulur bir yanı yoktur. Kürt kültürü en az Türk kültürü kadar eleştirilebilirdir ve/veya öyle olmalıdır. Geri kalmışlığın, eğitimsizliğin ve yobazlığın hiçbir şekilde savunusu olamaz. Kültürümüzün bir parçası diyerek toplumların geri kalmışlığı, eğitimsizliği ve yobazlığı dokunulmaz korunmalara bırakılmamalıdır. En azından okuyan, yazan ve kendisine bireysel gelişime ve kültürel aydınlanmaya adayan kimsenin böyle bir muhafazakarlığa prim vermemesi gerekmektedir.

Öte yandan dizinin mekansal kopukluğu çok yerinde bir eleştiridir. Ancak bu eleştirin gösterdiği acı bir gerçek vardır ki Kürtler hakkında yapılacak en ufak bir kültürel çalışmanın dahi sözde Kürt ve Kürtçü aydınlar tarafından “asimilasyon” suçlamasından kurtulması çok güç görünmektedir. Türkler kadar Kürtler de kendi kültürlerini, köhneleşmiş değerlerini eleştirebilmelidirler. Kendi kültürümüze ait trajikomik yanları, dramatik olayları ele almadan kendi kültürümüzün olumlu ve olumsuz yönleri ortaya koymadan, zihinlerdeki tabuları yıkmadan ne kendimizi ne de değiştirmek istediklerimizi değiştiremeyeceğimizi, geliştiremeyeceğimizi ve ilerletemeyeceğimizi anlamamız gerekmektedir.


Dr. Selahattin ÖZKAN





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder