Kültürsüzlüğümüzün Batıcılıktan Kaynaklanan Kökenleri ve Atatürk'ün Boşanmasının Gösterdikleri


Yirminci yüzyılın başında ülkemizin yaşadığı büyük değişimin mimarı Mustafa Kemal’in kişiliği üzerinden devrimi ve ortaya koymaya çalıştığı yeni devleti anlamak Kemalizm’in daha anlaşılır bir görünüm kazanmasına yol açacaktır. Osmanlı Devletinin on dokuzuncu yüzyıl sonuna doğru artık miadını doldurmaya başladığı ve değişen dünya koşullarının da güdülemesiyle kendisini ve hükümranlığı altındaki toplumu değiştirmeye çalıştığına şahit oluruz. Osmanlı’daki değişim çabaları genel olarak geri kalındığı düşünülen monarşik güçler arası üstünlük yarışında arayı kapatmaya yönelmiştir. Bu nedenle Batıcısından İslamcısına Türkçüsünden Mandacısına, Osmanlı’yı yeniden ihya etmek amacı tüten hiçbir görüşün amacı Osmanlı toplumuna yönelik değildir. Esas amaç devleti eski gücüne kavuşturarak, batılılar ile olan güç savaşında yeniden rol almaktır.

Osmanlı’yı değiştirme, dönüştürme ya da eski şaşalı günlerine döndürme çabaları arasında en etkili olan şüphesiz ki Batıcılık akımı olmuştur. Bu akımın aslında sadece Osmanlı aydınına özgü bir düşünce kalıbı olmadığını söylemeliyiz. Osmanlı çoğunlukla savaşa ve savaşan devlet erki olan orduya hizmet eden teknikte ve bilimde geri kaldıkça batılı ülkeler arasındaki konumunu yitirmiş ve edilgen bir konuma düşmüştür. Osmanlı’nın bu edilgen konumu art arda gelen askeri başarısızlıklara yol açmıştır. Osmanlı asırlardır yönetimi altında bulunan doğu Avrupa ülkelerinden ve Batı Akdeniz limanlarından çekilmek zorunda kalmış, yarım asır gibi kısa bir süre içinde topraklarının üçte ikisini kaybetmiştir.

Çok uluslu, çeşitli sömürüler sahibi azametli bir imparatorluktan "tek dinli" "tek dilli" bir devlete doğru evrilmeye başlayan Osmanlının bürokratları babalarının zamanından kendilerine kalan geniş yetkilerin ve sınırsız güçlerinin şaşkınlığı içerisinde geri dönülmesi imkansız hatalara imza atmış ve ülkenin küçülmesine belki de istemeden katkı sağlamıştır. Osmanlı’nın yönettiği coğrafyanın küçülmesi sadece etnik çeşitliliğinin yitirilmesine değil aynı zamanda gelir kaybına da yol açmıştır. Erken dönem Osmanlı ekonomisinin çoğunlukla savaş gelirleri ve ganimetlere dayanması gibi Osmanlı’nın en parlak dönemi olan orta zamanlarında ise ülke ekonomisi eyaletlerden alınan vergilere ve sürekli genişleyen topraklardaki tımar sistemine dayanmaktaydı.

Ülke sınırlarının küçülmesiyle eyaletlerden merkeze akan para akışının kesilmesi, merkezde yaşanan kültürel ve yönetimsel yozlaşmışlığın artması ve bunların sonucu olarak taşradaki tımar sisteminin bürokratlar eliyle sulandırılması ülke ekonomisinin çökmesine yol açmıştır. Çöken ekonomi beslenemeyen bir ordu ve desteklenemeyen bir teknoloji demektir. Bu gelişme toplum yaşamında çok derin bir kırılmaya neden olmuş, büyüyen bir ekonomiyle beslenemeyen askeri ve idari harcamaların değiştirilmesi, dönüştürülmesi ya da evrimleştirilmesi sanrısı yaratılmıştır. Osmanlı’nın son yüzyılında durmaksızın bir yenileme ve dönüşüm gayreti içinde olması, yaklaşan sondan uzaklaşmak için atılan canhıraş çırpınmalardan ibarettir.

Osmanlı’nı geleneksel olarak rekabet içinde olduğu diğer batılı hanedanlar arasında açılan makasın nedenleri üzerinde durulmaksızın sadece görünür sorunlarla uğraşmak sanırım toplumumuz üzerinde öyle derin bir etki yaratmıştır ki aradan geçen iki yüzyıl zamana rağmen Osmanlı’nın tarihi kalıntıları üzerine inşa ettiğimiz Türkiye Cumhuriyetinin fertleri olan bizler bu şekilcilikten hala kurtulamamaktayız. Şekilciliğin temelinde yatan Batıcılık denen ve geçen yüzyılda kurulan yeni devletimizden önce yıkılmaya yüz tutan Osmanlı’yı kurtarma pahasına girişilen batıcılığa değinmekte yarar vardır. Zira Batıcılık denen illet ülkemize musallat olmadan önce yaşananlar ile sonrasında gözlenenler arasındaki fark neredeyse dağlar kadardır.

Avrupa’nın Rönesans, Reform ve Aydınlanmayı geçirmesi zihinsel bir dönüşümün yaşanmasına neden olmuş, batılı girişimci toprağa dayalı ekonomiden sıyrılıp tekniğin kendisine verdiği yeni atılımlara yönelmiştir. Osmanlı ve Rus akınlarıyla sıkışıp kalınan Avrupa’dan uzak kıtalara yapılan yolculuklarla çıkış arayan Batı, yenidünyanın işgaliyle birlikte muazzam bir ekonomik refaha erişmiştir. Gerek yenidünyadaki işgal bölgelerinden getirilip gelinen ganimetin yarattığı ekonomik refahın gerekse eski zenginlik bölgeleri olan Hind ve Çin ülkeleriyle coğrafi keşiflerin açtığı yollarla yapılan doğrudan ticaretin kazanımlarının desteklediği bilim ve teknikte muazzam bir ilerleme yaşanmıştır. Dünya zenginliklerinin Avrupa’da taşınmasının yarattığı birikim sanayileşme, fabrikalaşma ve makineleşmeyi doğurmuştur.

Avrupa’nın sanayi ve makine ile yarattığı teknik dönüşüm burayla sınırlı kalmamıştır. Teknik dönüşüm bilimsel dönüşümü, bilimsel dönüşüm teknik dönüşümü desteklemiş ve Avrupa zihinsel bir devrimi gerçekleştirmiştir. Teknik zenginlik ile birlikte bilimsel yaratıcılık artmış ve Avrupa her anlamıyla dünyadan topladığı ganimetlerle ortak bir insanlık mirası yaratmayı başarmıştır. Yaşanan hızlı değişim ve dönüşüm ise diğer doğulu toplumların aleyhine gerçekleşmiştir. Batı, doğulu toplumların doğal ve düşünsel kaynaklarıyla beslemiş ancak bu beslenmeyle yaratılan ürün ise o kaynakları kurutmuştur. Doğu'nun gerek doğal gerekse düşünsel kaynakları Batı'da gözlenen gelişmenin ardılı olmaktan kaçamamıştır.

İşte bu ardıllık durumudur ki birçok doğu toplumunda şekilsel bir zorbalığı ortaya çıkarmıştır. Osmanlı’nın son yüzyılı toplumumuz için muazzam bir yenilgiler çağı iken aynı yüzyıl batı için muazzam bir gelişim çağıdır. Batı düşüncesi, sanayisi ve bilimsel yaratıcılığı ile çağ atlarken Osmanlı ve diğer bütün doğulu toplumlar bir zamanlar kendi hazineleri ile beslendikleri bu cevherin parlak ışığı altında yok olup gitmiştir. Bu noktada şekilcilikten geriye elde başka ne kalmıştır? Osmanlı’yı ele alalım; Osmanlı’nın kurtulması için Batıcılık dışında ortaya atılan hangi yol akla yakındır. Hangisi gerçekten Osmanlı’yı tekrar canlandırabilecek yetiye sahiptir. Batı dışında imrenilecek ve onun yolunda gidilecek başka hangi düşünce akımı yaratılmıştır. Bu ve benzeri nedenlerle batıcılık bir seçenekten çok tarihi bir zorunluluk gibidir aslında.

Batıcılığın zorunlu yollarında doğu toplumları kurtuluşunu aramıştır. Mademki Batı Doğu’dan aldığı götürdüğü kaynaklarla muazzam bir ilerleme kaydetmiş ve düşünsel bir dönüşüm yaşamıştır o halde Batı’nın yaptığı yapılmalıdır. Buraya kadar doğru gibi görünse de aslında bu çıkarımda da yine doğulu bir yanlışlık vardır. Sorunun ve eldeki yegâne çözümün temellerine inmek yerine görünürdeki formülü uygulamak daha kolaya kaçmaktır. Sorunu eksi şaşalı günlere dönmek ve çözümü de batının izlediği yolu izlemek olarak koyarsanız kaba bir şekilciliğin zorbalığından kurtulamazsınız. Aslında sorun Batı bu kadar ilerlemişken Doğu neden yerinde kalmıştır olmalıdır. Sorunu böyle konumlandırmak soruyu soruna içe dönme imkânı yaratacak ve bir takım sorgulamaya neden olacaktır.

Yaşadığı sorunu Doğu’nun neden Batı gibi ilerleyemediği olarak kodlamak; Batı imreniciliği yerine Doğu irdelemeyeceğine varacağından daha hayırlı olacaktır. Doğu’nun kendi içindeki sorunları elbette Batı’dan soyutlanarak çözülemez. Elbette ki Doğu'daki bir çok sorunun kaynağı Batı’dır. Ve batı anlaşılamadan kesin kez Doğu anlaşılamaz. Ancak salt batı formüllerini Doğu'ya uygulamak Doğu'nun çözümlerine şifa olmaz. Osmanlı toplumundaki Batıcılık akımı işte bunu yapmaya çalışmıştır. Sadece Batılı birkaç çözümü kendilerinde gördükleri soruna uygulamaya kalkınca o sorunların çözüleceğini sanmıştır. İşte Osmanlı ve aslında Türk ve esasında bütün Doğulu toplumlardaki Batıcılarının sorunu budur.

Batı kendisine has bir takım coğrafi, kültürel ve tarihi koşullar altında, o koşulların ve zamanın boyunduruğunda sadece ve sadece kendisine has bir çözüm yolu bulmuştur. Bu yol başarılıdır ama nihayetinde özgündür. Bu yolun dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir toplumunda da başarılı olacağının bir garantisi yoktur. Başarılı olamaz da zaten. Çünkü Batı’nın kendisin özgü tutturduğu bu yolun insanlığın tarihindeki tek başarılı yol olmasının bir sebebi de Batı’nın biraz da bu çözümün ortaya çıkmasına neden olan koşullarda bu çözümün ortaya çıkması için Doğu’lu toplumların doğal, kültürel ve ekonomik zenginliklerinden [çoğu zamanda işgal, talan ve hırsızlık yoluyla] beslenmiş olmasıdır. Tekrar batılı bir kültürel dönüşümün yeryüzünde görülebilmesi için aynı tarihi olaylarında tekrarlanması gerekecektir ki ne yazık ki tarih asla tekerrür etmez.


Batı’nın göstermiş olduğu ilerlemenin tekrarı mümkün olmadığına göre Doğu’nun geri kalmışlığı bir kader midir? Elbette, hayır. Doğu’nun Batı gibi bir dönüşüm, gelişim ve devinim kazanması için yapması gereken Osmanlı Batıcıların dediği ve zorla yaptırmaya çalıştığı gibi batı taklitçiliği yapmaması kendisine ait yeni ve özgün bir yol bulması gerekmektedir. Bilimde, teknikte ve kültürde gidilecek yasal ve toplumsal değişiklikler sadece şekilseldir ve aslında o muazzam dönüşümün birer sonucudur. Bu dönüşümü doğuran sebepler araştırılmadan toplum kendi içinde bir hesaplaşma yapmadan, tarihi ve kültürel birikimlerini sorgulamadan dışarında bir müdahale yordamıyla toplumu değiştirmeye çalışmak sadece şekilcilik olmaktan kurtulamayacak ve asla başarıya ulaşamayacaktır.

Osmanlı’nın Batıcılık akımı çerçevesinde kurtarılmaya çalışılması ve eski cihan imparatoru olduğu zamanlara döndürülmeye çabalanması başarılı olamamış ve Osmanlı yıkılmaktan kurtulamamıştır. Açıkça söylemek gerekir ki Osmanlı ülkesi Birinci Dünya Savaşı sonrasında müttefiklerce işgal edilmese, Mustafa Kemal bir direniş hareketine girişmese, Kurtuluş Savaşı yaşanıp Türkiye Cumhuriyeti kurulmasaydı da Osmanlı yıkılmaktan kurtulamazdı. Osmanlı, tarihi bir gerçeklik olarak düşünsel boyutta var olmaktan çok uzaktı. Osmanlı’nın yaşadığı bu düşünsel yokluk (varolamama) öyle büyük bir sorundur ki nasıl olup Osmanlı aydını bunu anlayamamıştır. İşte bütün mesele burada yatmaktadır.

Osmanlı aydını çok zor şartlar altında yetişen düşünsel olarak hiçliğe sürüklenmiş ama fiziksel olarak hala son nefesini vermemiş bir toplumda yetişmiş olmayan bir devletin olmayan bir cemiyetinin parçası olarak yine olmayan bir hayali yaşatmaya devam etmiştir. Osmanlı’nın rekabet ettiği diğer bütün hanedanlar ya devrimler yada yeni ortaya çıkan sınıflarla girişilen müzakereler sonunda tarih sahnesinden çekilirken Osmanlı tarihten çekilmemeyi yeğlemiştir. Bunun imkansızlığı açıktır. Osmanlı hanedanı çerçevesinde toplanmış bir idari yapı ve o idari yapının beslenmesinden sorumlu memur ve yarı memur bir eski çağ bürokrasisi. İşte Osmanlı toplumundan bundan ibarettir. Bu Osmanlı toplumu son yüzyılında bir aydın tipi yaratmaya çalışsa da bu asla Batılı aydın tipi ile boy ölçüşememiştir. Kendi toplumunu incelemek, içinden çıktığı o toplumunun kültürel, düşünsel ve bilimsel düzeyini ortaya dökmek ve eleştirel bir bakış açısıyla kendi toplumunun sorunlarını tespit etmek asla akıllarından geçmemiştir.

Topluma dönmeden, toplum incelenmeden, toplumsal bir bakış açısı edinmeden o toplumun dertleri anlaşılamaz. Toplumun derdiyle hal olmadan derman da olunamaz. Batılı aydın kendi toplumu üzerinde bir çözümleme yaptığı için başarılı olmuştur. Yukarıda da belirtmeye çalıştığım gibi dünyanın başka yerlerindeki zenginlikleri kendi ülkesinde harmanlarken esas hedefi kendi içinden çıktığı toplumu gerçekleştirmek olmuştur. Zaten Batı'nın kendisinden önce gelişen bir başka toplum olmadığı için asla bir doğulunun yaptığı gibi batıcılık yapma şansı olmamıştır. Çünkü Batı'nın batıcılık yapabileceği bir batısı asla olmamıştır. Batı biraz da özgünlüğünü buradan almaktadır. Kendisi ilktir ve ilk olmanın yaratıcılığına kattığı da çok olmuştur. Batının yaratıcılığına karşı doğu ise taklitçiliğe kaçtığı için başarısız olmaktan kurtulamamıştır.

Osmanlı’nın Batıcılık düşünce akımıyla giriştiği şekilci taklitçilik Mustafa Kemal’in Türk Devrimleri ile kurumsallaşmış ve devlet tarafından tatbik edilir bir hal almıştır. Türk Devrimlerinin başarısı da başarısızlığı da aslında bu noktada yatmaktadır. Tarihi bir kaçınılmazlık olarak Batı’nın tekniğinin uygulanmasından başka bir çare olmadığı da bu noktada kaydedilmelidir. Türk Devrimi Doğulu toplumlar arasında Batı’nın düşünsel, ekonomik ve kültürel birikimini beslemeyi ilk reddeden toplumu yaratmanın bir kıvancıdır da aslında. Bütün sömürülenler arasından sömürgenlerin boyunduruluğuna karşı çıkmanın sonucu ne yazık ki ölümdür. Sonuçta sömürgeler kılıç zoruyla kurulmaktadır. İşgalin yarattığı dinginliği, son yüzyılını sürekli savaşlarla yitirmenin bıkkınlığı ve ağır ekonomik yoksulluğu hiçe sayarak Mustafa Kemal’in etrafında kümeleşen Osmanlı kalıntısı toplumumuz Kurtuluş Savaşından alnın akıyla çıkmış ve işgali sonlandırmıştır.

Kolonyal bir işgal planı ilk kez Anadolu bozkırında ayaklar altına alınmıştır. Bu başarı toplumun Mustafa Kemal’e ve arkadaşlarına büyük bir duygusal bağlılık yaratmıştır. Bu bağlılıktır sayesindedir ki Osmanlı’nın son yüzyılında yarım kalan Batıcı devrimlerin tamamlanması için toplumsal bir taban yaratabilmiştir. Birkaç gerici ayaklanma dışında Osmanlı’nın Anadolu bıraktığı son ülkeden bir modern devlet yaratılması süreci atlatılmıştır. Ancak bu süreç ne kadar başarıya ulaşmıştır? İşte bu nokta biraz tartışmalıdır. Mustafa Kemal’in eski bir Osmanlı zabiti olarak başladığı siyasi kariyeri modern bir ulusun devlet başkanı olarak noktalanmıştır. Mustafa Kemal’in erken vefatı bu doğulu ilk burjuva devriminin yarıda kalmasına neden olmuştur. Türk devriminin en büyük özelliği öncü kadrolarının bürokratik yapısına rağmen sosyal demokrasiden beslenen liberalizmle kurduğu yakınlık ve sınıfsız bir toplumda devlet eliyle burjuva yaratma çabası gütmesidir. Her ne kadar devrimin ilkelerini arasında halkçılık, devrimcilik ve devletçilik sayılmış olsa da bu üç ilke asla Leninist bir çizgide olmamıştır. Söylemsel benzerlik ve hatta eylemsel birliktelik olsa da Türkiye Cumhuriyetinin halkçılık anlayışı akranı olduğu Rus Sovyetiyle yakınlık göstermez. Zaten hep tartışılan Türk ve Rus devrimlerinin yoldaşlığı pragmatist bir iki hamleden de öteye gitmez.

Rus Sovyeti’nin bir doğulu toplumun özgünlüğü (her ne kadar batılı bir aydın olan Marx’dan kaynaklanmış olsa da) ortada olsa da Türkiye Cumhuriyetinin ne yazık ki özgünlüğünden bahsedilemez. Mustafa Kemal, Batı dışında alternatif bir toplumsal dönüşüm gerçekleştirmek isteyen Rus Sovyetine değil Batı’nın izlediği yolu taklit etmek isteyen Osmanlı Batıcılarına benzemektedir. Zaten Mustafa Kemal’in Samsun’a bir kurtuluş ümidiyle çıkmadan önce yürütmüş olduğu siyasi girişimler incelenecek olursa kendisinin bir Osmanlı Batıcısı olarak çalışmalar yaptığı da anlaşılacaktır. Bu çalışmaların sonuçsuz kalması Mustafa Kemal’i Anadolu’da bir kurtuluş savaşına girişmeye iten başlıca sebeptir. Bu nokta da dikkatlerden kaçmamalıdır.

Mustafa Kemal’in Türk Genel Devrimi olarak nitelediği yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinin ilk on yılında gidilen yasal ve idari düzenlemelerin toplumsal tabanı incelenecek olursa devrimin başarısızlığı daha kolay anlaşılacaktır. Örneklendirmek gerekirse Türk toplumu kendisini yasal bir nikaha zorlayan Medeni Kanun olsa da olmasa da imam nikahı kıymaya devam etmektedir. Latin harfleriyle eğitim almaya mecbur bırakılsa da dini metinleri (anlamasa dahi) aslından okumaya devam etmektedir. Nüfus memurları zoruyla bir soy adı edinmeye mecbur bırakılsa da babasının lakabını soy adı yaparak bu devrimi baltalamıştır. Tekkeler ve Zaviyeler kapatılsa da cemaatlere mensup olmaya ve hocalara itibar etmeye devam etmektedir.

Türk devriminin Osmanlı Batıcılarından devraldığı şekilcilik kendi sonunu getirmiş ve toplumsal tabanda anlaşılamamasına neden olmuştur. Bu anlaşılamamazlık da çok normaldir. Çünkü gerek Mustafa Kemal ve yeni devletin Türk Aydınları gerek Osmanlı Hanedanı ve geçen yüzyılın Osmanlı Aydınları batıcılık sendromlarını kıramadıklarındandır ki toplumlarını anlamamış ve kendileri de anlaşılamamıştır. Batıcı bir taklitçilikten öte bir anlam taşımayan toplumuzun son iki yüzyılını kapsayan sancılı sürecin sonunda bugün gelinen noktada Anadolu’nun her hangi bir noktasında yaşayan insanın belki kılığı, kıyafeti, idare edildiği yasaları, alışveriş yaptığı pazarı, günlük kullandığı teknik aletleri değişmiştir ama düşünsel yapısı yerinde saymaktadır. Anadolu Köylüsü için Osmanlı idaresinde on yedinci yüzyılda yaşamakla Cumhuriyet rejimi altında yirmi birinci yüzyılda yaşamak arasında şekil yönünden büyük fark olmakla beraber içerik aynı kalmıştır.

Yaşanan savaşlardan, ayaklanmalardan, başkaldırılardan, kanlı bastırmalardan, girişilen top yekun mücadelelerden, yenileşme ve devrimlerden arta kalan kültürel ve düşünsel mirasımızın son dört yüzyıldır yerinde sayması çok hazindir. Bunun nedeni ise yukarıda anlatmaya çalıştığım doğulu bakış açısının batılı bir dönüşümü şekil olarak anlaması ve sürdürdüğü yanlış uygulamadır. Toplumuzun mensubu olduğu doğululuk sendromundan asla kurtulamamıştır. Bunun en açık örneği yine bu topraklardan çıkan en büyük devrimcinin kendisinde yatmaktadır. Mustafa Kemal de taşıdığı bütün devrimci içgüdülere rağmen şekilciliğin zorbalığından kurtulamamıştır. Modern bir ulus devlet yaratma iddiasında olan birisi olmasına rağmen asla on sekizinci yüzyıl Osmanlı Zabiti gibi düşünmekten kendisini kurtaramamıştır.

Mustafa Kemal bütün yaşamını devrime adamış, Kurtuluş Savaşından sonra toplumun ona yüklediği ağır yüklere bir devrimci sorumluluğu ile karşı gelmiştir. Attığı her adımda, siyaseten attığı her imzada toplumsal yükümlülüğünü hep göz önünde tutmuştur. Ancak öyle anlar gelmiştir ki yaptığı bütün devrimleri imza attığı bütün yenilikleri bir anda silecek yanlışlara düşmüştür. Medeni dünyanın bir ferdi olmayı yaratmak gayesinde olduğu Türk ulusuna daima örnek veren Mustafa Kemal şekilci bir Osmanlı Batıcısı gibi hareket etmekle kendi düşün dünyasını açık etmiş oluyordu. Mustafa Kemal’in düşünsel açıklığı devrimi tamamlamak üzere arkadan gelecek nesillerle birlikte kartopu etkisi yaratmış ve onarılması oldukça güç devasa bir boşluğa yol açmıştır.

Mustafa Kemal ülke insanına spiritüellikten uzak, bilimsel düşüncenin egemenliğinde, aklın öncülüğünde yasal ve idari olarak çağdaş bir seviyede yaşamı güdülüyordu. Bunu sağlamak için dinle, bilimsel ve çağdaş olmayan ile ilinti olan eski düzenin bütün adetleri geri bırakılıyordu. Eski adetlerini sürdürülen geri kalmışlıkla itham ediliyordu. Tam da bunun aksine Mustafa Kemal kendi kişisel yaşamını en çalkantı günlerini maalesef ki eski adetlerine dönüp yeni kurduğu ülkenin kendi yazdığı kanunlarını hiçe sayarak atlatmıştır. Yaklaşık iki buçuk yıl süren evliliğini bitirirken çağdaş usullere riayet etmeyerek insanlık ailesi içinde kadınımızı rencide etmiştir.


Mustafa Kemal boşandığı sırada İsviçre Medeni Kanunundan uyarlanan yeni medeni kanunumuz yayınlanmamıştı ama yine de Mustafa Kemal’in bu hareketi kendi kişisel yaşamında yaratmaya çalıştığı medeni usullere uzak olduğunu göstermiştir. Ülkemizin yetiştirdiği en büyük devrimci olarak Mustafa Kemal’in dahi toplumumuza sirayet etmiş doğulu düşünme sisteminden çok farklı bir yol güdemediğini göstermiştir. Ondan sonra gelenler ise Mustafa Kemal’in yükselttiği çıtayı asla yakalayamadığı için ülkemiz bu doğu sistematiğinin kurbanı olagelmiştir. En büyük devrimcimiz böyle yaparken onun fikirlerini dahi anlayamamış ve onun yarım bıraktığı devrimi tamamlama cesaretine asla erişememiş insanlarımızın suçlanmaması gerekir.

Ne yazık ki Mustafa Kemal’in ortaya koymaya çalıştığı dönüşüm şekilcilikle sınırlı kalmış düşünsel boyuta bir türlü geçememiştir. Mustafa Kemal’in ardından gelenler ise Türk Devrimi’ni şekilcilikten kurtarıp düşünsel ve kültürel boyuta taşımak bir yana şekilciliğini gittikçe perçinlenen bir hamasete muhatap etmiştir. Mustafa Kemal’in devrimlerine sahip çıkacak bir devrimci kuşak yetişememiş, yenilikçi, özgürlükçü, düşünsel ve kültürel olarak değişimi gerçekleştirebilecek bir nesli besleyecek bir eğitim sisteminden bilerek kaçınılmıştır. Devrimin ilk yıllarında cesaretli birkaç gözü-karanın çabaları Moskof korkusuna kurban edilmiş ülke giderek yükselen gericiliğin ve muhafazakarlığın cenderesine mahkum edilmiştir.

Türk devrimi; ateşini yitirdikçe batıcı şekilciliğin yüzeyselliğinde yaşanan boş tartışmalarda vakit kaybetmiş ve bir insan ömrünü geçen süreyi boş yere yitirmiştir. Şeklin muhteviyatı teşkil ettiği su götürmez ama öz her zaman nesnenin önünde gelmelidir. Şekle odaklanmış bir toplumsal kalkınmacılık anlayışı, yüzeysel bir dönüşümü sağlamış olsa da toplamda ne kültürel ne de düşünsel bir devinimi sağlayamaz. Sonuç da böyle olmuştur. Şekle odaklanan ülkemizdeki Batıcılarımız ve genel olarak doğulu toplumlardaki bütün Batıcılar, yaşadıkları toplumdan her geçen kopmuşlar ve toplumsal tabanlarını yitirmişlerdir. Gericilere karşı yitirilmiş bir mücadelenin mağlupları olarak Batıcıların halkın sorunlarına olan uzaklıklarını kapatmaları, toplumun kültürel ve düşünsel temellerine odaklanıp halkla yüzleşmelidir ki bir şeyler yapabilsinler. Yoksa temel meselelere asla geçilemeden sadece yüzeysel bir takım boş tartışmalarla vakit geçirilecek ve asla kültürsüzlüğümüze ve düşüncesizliğimize bir çözüm getirilemeyecektir.

Doğunun yaşadığı bütün sorunların temelinde kültürsüzlük ve düşüncesizlik olduğu görülmeden, bu sorunun çözümüne geçilmeden gerçek yerel ve toplumsal bir temel edinilmeden atılacak bütün adımlar yüzeysel kalacaktır. Bugün halkımızın büyük bir çoğunluğu televizyon izleyebilmekte, bilgisayar kullanabilmekte, mobil iletişim araçlarıyla sesli, görüntülü yada yazılı iletişimin bütün nimetlerinden yararlanabilmektedir. Ancak ülkemizin bu teknolojik gelişimi zihinsel bir dönüşüme neden olmamaktadır. Çatal bıçak kullanmak, sarık yerine fes, fes yerine şapka takmak, yerde değil masada oturmak, entari yerine gömlek giyip kravat bağlamak yada envai çeşit elektronik alet kullanmak sizi batılı yada çağdaş yapmaz. Zihninizde ve vicdanınızda düşünsel ve kültürel bir dönüşüm geçiremezseniz o bütün şeklen batılı standartlardaki güzelliğinize rağmen doğulu kalmaya ve doğulu olmaya mahkûmsunuz. Sonuç olarak bir kere daha tekrar etmek gerekirse kullandığınız alfabenin Arap mı yoksa Latin harfleri mi olduğu değil o harflerle yazıya döktüğünüz düşüncelerinizin sahip olduğu düşünsel ve kültürel düzey sizi milletler arenasında bir adım yukarı taşır. 



Dr. Selahattin ÖZKAN




Yararlanılan Kaynaklar:
  1. Rene Guenon, Doğu ve Batı, Çev: Fahrettin Arslan, 2004
  2. Toktamış Ateş, Türk Devrim Tarihi, 2010
  3. Kemal Arı, Atatürk ve Aydınlanma, 2009
  4. Halil İnalcık, Atatürk ve Demokratik Türkiye, 2009
  5. Server Tanilli, Türkiye'de Aydınlanma Hareketi, 2006

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder