Osmanlı’yı
değiştirme, dönüştürme ya da eski şaşalı günlerine döndürme çabaları arasında
en etkili olan şüphesiz ki Batıcılık akımı olmuştur. Bu akımın aslında sadece
Osmanlı aydınına özgü bir düşünce kalıbı olmadığını söylemeliyiz. Osmanlı
çoğunlukla savaşa ve savaşan devlet erki olan orduya hizmet eden teknikte ve
bilimde geri kaldıkça batılı ülkeler arasındaki konumunu yitirmiş ve edilgen
bir konuma düşmüştür. Osmanlı’nın bu edilgen konumu art arda gelen askeri
başarısızlıklara yol açmıştır. Osmanlı asırlardır yönetimi altında bulunan doğu
Avrupa ülkelerinden ve Batı Akdeniz limanlarından çekilmek zorunda kalmış,
yarım asır gibi kısa bir süre içinde topraklarının üçte ikisini kaybetmiştir.
Çok
uluslu, çeşitli sömürüler sahibi azametli bir imparatorluktan "tek dinli" "tek
dilli" bir devlete doğru evrilmeye başlayan Osmanlının bürokratları babalarının
zamanından kendilerine kalan geniş yetkilerin ve sınırsız güçlerinin şaşkınlığı
içerisinde geri dönülmesi imkansız hatalara imza atmış ve ülkenin küçülmesine
belki de istemeden katkı sağlamıştır. Osmanlı’nın yönettiği coğrafyanın
küçülmesi sadece etnik çeşitliliğinin yitirilmesine değil aynı zamanda gelir
kaybına da yol açmıştır. Erken dönem Osmanlı ekonomisinin çoğunlukla savaş
gelirleri ve ganimetlere dayanması gibi Osmanlı’nın en parlak dönemi olan orta
zamanlarında ise ülke ekonomisi eyaletlerden alınan vergilere ve sürekli genişleyen topraklardaki tımar
sistemine dayanmaktaydı.
Ülke
sınırlarının küçülmesiyle eyaletlerden merkeze akan para akışının kesilmesi,
merkezde yaşanan kültürel ve yönetimsel yozlaşmışlığın artması ve bunların
sonucu olarak taşradaki tımar sisteminin bürokratlar eliyle sulandırılması ülke
ekonomisinin çökmesine yol açmıştır. Çöken ekonomi beslenemeyen bir ordu ve
desteklenemeyen bir teknoloji demektir. Bu gelişme toplum yaşamında çok derin
bir kırılmaya neden olmuş, büyüyen bir ekonomiyle beslenemeyen askeri ve idari
harcamaların değiştirilmesi, dönüştürülmesi ya da evrimleştirilmesi sanrısı
yaratılmıştır. Osmanlı’nın son yüzyılında durmaksızın bir yenileme ve dönüşüm
gayreti içinde olması, yaklaşan sondan uzaklaşmak için atılan canhıraş
çırpınmalardan ibarettir.
Osmanlı’nı
geleneksel olarak rekabet içinde olduğu diğer batılı hanedanlar
arasında açılan makasın nedenleri üzerinde durulmaksızın sadece görünür
sorunlarla uğraşmak sanırım toplumumuz üzerinde öyle derin bir etki yaratmıştır
ki aradan geçen iki yüzyıl zamana rağmen Osmanlı’nın tarihi kalıntıları üzerine
inşa ettiğimiz Türkiye Cumhuriyetinin fertleri olan bizler bu şekilcilikten
hala kurtulamamaktayız. Şekilciliğin temelinde yatan Batıcılık denen ve geçen
yüzyılda kurulan yeni devletimizden önce yıkılmaya yüz tutan Osmanlı’yı
kurtarma pahasına girişilen batıcılığa değinmekte yarar vardır. Zira Batıcılık
denen illet ülkemize musallat olmadan önce yaşananlar ile sonrasında
gözlenenler arasındaki fark neredeyse dağlar kadardır.
Avrupa’nın
Rönesans, Reform ve Aydınlanmayı geçirmesi zihinsel bir dönüşümün yaşanmasına
neden olmuş, batılı girişimci toprağa dayalı ekonomiden sıyrılıp tekniğin
kendisine verdiği yeni atılımlara yönelmiştir. Osmanlı ve Rus akınlarıyla
sıkışıp kalınan Avrupa’dan uzak kıtalara yapılan yolculuklarla çıkış arayan
Batı, yenidünyanın işgaliyle birlikte muazzam bir ekonomik refaha erişmiştir.
Gerek yenidünyadaki işgal bölgelerinden getirilip gelinen ganimetin yarattığı
ekonomik refahın gerekse eski zenginlik bölgeleri olan Hind ve Çin ülkeleriyle
coğrafi keşiflerin açtığı yollarla yapılan doğrudan ticaretin kazanımlarının desteklediği
bilim ve teknikte muazzam bir ilerleme yaşanmıştır. Dünya zenginliklerinin
Avrupa’da taşınmasının yarattığı birikim sanayileşme, fabrikalaşma ve
makineleşmeyi doğurmuştur.
Avrupa’nın
sanayi ve makine ile yarattığı teknik dönüşüm burayla sınırlı kalmamıştır.
Teknik dönüşüm bilimsel dönüşümü, bilimsel dönüşüm teknik dönüşümü desteklemiş
ve Avrupa zihinsel bir devrimi gerçekleştirmiştir. Teknik zenginlik ile
birlikte bilimsel yaratıcılık artmış ve Avrupa her anlamıyla dünyadan topladığı
ganimetlerle ortak bir insanlık mirası yaratmayı başarmıştır. Yaşanan hızlı
değişim ve dönüşüm ise diğer doğulu toplumların aleyhine gerçekleşmiştir. Batı, doğulu toplumların doğal ve düşünsel kaynaklarıyla beslemiş ancak bu
beslenmeyle yaratılan ürün ise o kaynakları kurutmuştur. Doğu'nun gerek doğal
gerekse düşünsel kaynakları Batı'da gözlenen gelişmenin ardılı olmaktan
kaçamamıştır.
İşte
bu ardıllık durumudur ki birçok doğu toplumunda şekilsel bir zorbalığı ortaya
çıkarmıştır. Osmanlı’nın son yüzyılı toplumumuz için muazzam bir yenilgiler
çağı iken aynı yüzyıl batı için muazzam bir gelişim çağıdır. Batı düşüncesi,
sanayisi ve bilimsel yaratıcılığı ile çağ atlarken Osmanlı ve diğer bütün
doğulu toplumlar bir zamanlar kendi hazineleri ile beslendikleri bu cevherin
parlak ışığı altında yok olup gitmiştir. Bu noktada şekilcilikten geriye elde
başka ne kalmıştır? Osmanlı’yı ele alalım; Osmanlı’nın kurtulması için
Batıcılık dışında ortaya atılan hangi yol akla yakındır. Hangisi gerçekten
Osmanlı’yı tekrar canlandırabilecek yetiye sahiptir. Batı dışında imrenilecek
ve onun yolunda gidilecek başka hangi düşünce akımı yaratılmıştır. Bu ve
benzeri nedenlerle batıcılık bir seçenekten çok tarihi bir zorunluluk gibidir
aslında.
Batıcılığın
zorunlu yollarında doğu toplumları kurtuluşunu aramıştır. Mademki Batı Doğu’dan
aldığı götürdüğü kaynaklarla muazzam bir ilerleme kaydetmiş ve düşünsel bir
dönüşüm yaşamıştır o halde Batı’nın yaptığı yapılmalıdır. Buraya kadar doğru gibi
görünse de aslında bu çıkarımda da yine doğulu bir yanlışlık vardır. Sorunun ve
eldeki yegâne çözümün temellerine inmek yerine görünürdeki formülü uygulamak
daha kolaya kaçmaktır. Sorunu eksi şaşalı günlere dönmek ve çözümü de batının
izlediği yolu izlemek olarak koyarsanız kaba bir şekilciliğin zorbalığından
kurtulamazsınız. Aslında sorun Batı bu kadar ilerlemişken Doğu neden yerinde
kalmıştır olmalıdır. Sorunu böyle konumlandırmak soruyu soruna içe dönme imkânı
yaratacak ve bir takım sorgulamaya neden olacaktır.
Yaşadığı sorunu Doğu’nun
neden Batı gibi ilerleyemediği olarak kodlamak; Batı imreniciliği yerine Doğu
irdelemeyeceğine varacağından daha hayırlı olacaktır. Doğu’nun kendi içindeki
sorunları elbette Batı’dan soyutlanarak çözülemez. Elbette ki Doğu'daki bir çok
sorunun kaynağı Batı’dır. Ve batı anlaşılamadan kesin kez Doğu anlaşılamaz.
Ancak salt batı formüllerini Doğu'ya uygulamak Doğu'nun çözümlerine şifa olmaz.
Osmanlı toplumundaki Batıcılık akımı işte bunu yapmaya çalışmıştır. Sadece Batılı birkaç
çözümü kendilerinde gördükleri soruna uygulamaya kalkınca o sorunların
çözüleceğini sanmıştır. İşte Osmanlı ve aslında Türk ve esasında bütün Doğulu
toplumlardaki Batıcılarının sorunu budur.
Batı
kendisine has bir takım coğrafi, kültürel ve tarihi koşullar altında, o
koşulların ve zamanın boyunduruğunda sadece ve sadece kendisine has bir çözüm
yolu bulmuştur. Bu yol başarılıdır ama nihayetinde özgündür. Bu yolun dünyanın
herhangi bir yerindeki herhangi bir toplumunda da başarılı olacağının bir
garantisi yoktur. Başarılı olamaz da zaten. Çünkü Batı’nın kendisin özgü
tutturduğu bu yolun insanlığın tarihindeki tek başarılı yol olmasının bir
sebebi de Batı’nın biraz da bu çözümün ortaya çıkmasına neden olan koşullarda
bu çözümün ortaya çıkması için Doğu’lu toplumların doğal, kültürel ve ekonomik
zenginliklerinden [çoğu zamanda işgal, talan ve hırsızlık yoluyla] beslenmiş
olmasıdır. Tekrar batılı bir kültürel dönüşümün yeryüzünde görülebilmesi için
aynı tarihi olaylarında tekrarlanması gerekecektir ki ne yazık ki tarih asla
tekerrür etmez.
Batı’nın
göstermiş olduğu ilerlemenin tekrarı mümkün olmadığına göre Doğu’nun geri
kalmışlığı bir kader midir? Elbette, hayır. Doğu’nun Batı gibi bir dönüşüm,
gelişim ve devinim kazanması için yapması gereken Osmanlı Batıcıların dediği ve
zorla yaptırmaya çalıştığı gibi batı taklitçiliği yapmaması kendisine ait yeni
ve özgün bir yol bulması gerekmektedir. Bilimde, teknikte ve kültürde gidilecek
yasal ve toplumsal değişiklikler sadece şekilseldir ve aslında o muazzam
dönüşümün birer sonucudur. Bu dönüşümü doğuran sebepler araştırılmadan toplum
kendi içinde bir hesaplaşma yapmadan, tarihi ve kültürel birikimlerini
sorgulamadan dışarında bir müdahale yordamıyla toplumu değiştirmeye çalışmak
sadece şekilcilik olmaktan kurtulamayacak ve asla başarıya ulaşamayacaktır.
Osmanlı’nın Batıcılık akımı çerçevesinde kurtarılmaya çalışılması ve eski cihan imparatoru olduğu zamanlara döndürülmeye çabalanması başarılı olamamış ve Osmanlı
yıkılmaktan kurtulamamıştır. Açıkça söylemek gerekir ki Osmanlı ülkesi Birinci
Dünya Savaşı sonrasında müttefiklerce işgal edilmese, Mustafa Kemal bir direniş
hareketine girişmese, Kurtuluş Savaşı yaşanıp Türkiye Cumhuriyeti kurulmasaydı
da Osmanlı yıkılmaktan kurtulamazdı. Osmanlı, tarihi bir gerçeklik olarak düşünsel
boyutta var olmaktan çok uzaktı. Osmanlı’nın yaşadığı bu düşünsel yokluk (varolamama) öyle
büyük bir sorundur ki nasıl olup Osmanlı aydını bunu anlayamamıştır. İşte bütün
mesele burada yatmaktadır.
Osmanlı
aydını çok zor şartlar altında yetişen düşünsel olarak hiçliğe sürüklenmiş ama
fiziksel olarak hala son nefesini vermemiş bir toplumda yetişmiş olmayan bir devletin
olmayan bir cemiyetinin parçası olarak yine olmayan bir hayali yaşatmaya devam
etmiştir. Osmanlı’nın rekabet ettiği diğer bütün hanedanlar ya devrimler yada
yeni ortaya çıkan sınıflarla girişilen müzakereler sonunda tarih sahnesinden
çekilirken Osmanlı tarihten çekilmemeyi yeğlemiştir. Bunun imkansızlığı
açıktır. Osmanlı hanedanı çerçevesinde toplanmış bir idari yapı ve o idari
yapının beslenmesinden sorumlu memur ve yarı memur bir eski çağ bürokrasisi.
İşte Osmanlı toplumundan bundan ibarettir. Bu Osmanlı toplumu son yüzyılında
bir aydın tipi yaratmaya çalışsa da bu asla Batılı aydın tipi ile boy ölçüşememiştir.
Kendi toplumunu incelemek, içinden çıktığı o toplumunun kültürel, düşünsel ve
bilimsel düzeyini ortaya dökmek ve eleştirel bir bakış açısıyla kendi
toplumunun sorunlarını tespit etmek asla akıllarından geçmemiştir.
Topluma
dönmeden, toplum incelenmeden, toplumsal bir bakış açısı edinmeden o toplumun
dertleri anlaşılamaz. Toplumun derdiyle hal olmadan derman da olunamaz. Batılı aydın kendi toplumu üzerinde bir çözümleme yaptığı
için başarılı olmuştur. Yukarıda da belirtmeye çalıştığım gibi dünyanın başka
yerlerindeki zenginlikleri kendi ülkesinde harmanlarken esas hedefi kendi
içinden çıktığı toplumu gerçekleştirmek olmuştur. Zaten Batı'nın kendisinden
önce gelişen bir başka toplum olmadığı için asla bir doğulunun yaptığı gibi
batıcılık yapma şansı olmamıştır. Çünkü Batı'nın batıcılık yapabileceği bir batısı asla olmamıştır. Batı biraz da özgünlüğünü buradan almaktadır. Kendisi ilktir
ve ilk olmanın yaratıcılığına kattığı da çok olmuştur. Batının yaratıcılığına
karşı doğu ise taklitçiliğe kaçtığı için başarısız olmaktan kurtulamamıştır.
Osmanlı’nın
Batıcılık düşünce akımıyla giriştiği şekilci taklitçilik Mustafa Kemal’in Türk
Devrimleri ile kurumsallaşmış ve devlet tarafından tatbik edilir bir hal
almıştır. Türk Devrimlerinin başarısı da başarısızlığı da aslında bu noktada
yatmaktadır. Tarihi bir kaçınılmazlık olarak Batı’nın tekniğinin uygulanmasından
başka bir çare olmadığı da bu noktada kaydedilmelidir. Türk Devrimi Doğulu toplumlar
arasında Batı’nın düşünsel, ekonomik ve kültürel birikimini beslemeyi ilk
reddeden toplumu yaratmanın bir kıvancıdır da aslında. Bütün sömürülenler
arasından sömürgenlerin boyunduruluğuna karşı çıkmanın sonucu ne yazık ki
ölümdür. Sonuçta sömürgeler kılıç zoruyla kurulmaktadır. İşgalin yarattığı
dinginliği, son yüzyılını sürekli savaşlarla yitirmenin bıkkınlığı ve ağır
ekonomik yoksulluğu hiçe sayarak Mustafa Kemal’in etrafında kümeleşen Osmanlı
kalıntısı toplumumuz Kurtuluş Savaşından alnın akıyla çıkmış ve işgali
sonlandırmıştır.
Kolonyal bir işgal planı ilk kez Anadolu bozkırında ayaklar altına alınmıştır. Bu başarı
toplumun Mustafa Kemal’e ve arkadaşlarına büyük bir duygusal bağlılık
yaratmıştır. Bu bağlılıktır sayesindedir ki Osmanlı’nın son yüzyılında yarım
kalan Batıcı devrimlerin tamamlanması için toplumsal bir taban yaratabilmiştir.
Birkaç gerici ayaklanma dışında Osmanlı’nın Anadolu bıraktığı son ülkeden bir
modern devlet yaratılması süreci atlatılmıştır. Ancak bu süreç ne kadar
başarıya ulaşmıştır? İşte bu nokta biraz tartışmalıdır. Mustafa Kemal’in eski
bir Osmanlı zabiti olarak başladığı siyasi kariyeri modern bir ulusun devlet
başkanı olarak noktalanmıştır. Mustafa Kemal’in erken vefatı bu doğulu ilk
burjuva devriminin yarıda kalmasına neden olmuştur. Türk devriminin en büyük
özelliği öncü kadrolarının bürokratik yapısına rağmen sosyal demokrasiden
beslenen liberalizmle kurduğu yakınlık ve sınıfsız bir toplumda devlet eliyle
burjuva yaratma çabası gütmesidir. Her ne kadar devrimin ilkelerini
arasında halkçılık, devrimcilik ve devletçilik sayılmış olsa da bu üç ilke asla
Leninist bir çizgide olmamıştır. Söylemsel benzerlik ve hatta eylemsel
birliktelik olsa da Türkiye Cumhuriyetinin halkçılık anlayışı akranı olduğu Rus
Sovyetiyle yakınlık göstermez. Zaten hep tartışılan Türk ve Rus
devrimlerinin yoldaşlığı pragmatist bir iki hamleden de öteye gitmez.
Rus
Sovyeti’nin bir doğulu toplumun özgünlüğü (her ne kadar batılı bir aydın olan
Marx’dan kaynaklanmış olsa da) ortada olsa da Türkiye Cumhuriyetinin ne yazık
ki özgünlüğünden bahsedilemez. Mustafa Kemal, Batı dışında alternatif bir
toplumsal dönüşüm gerçekleştirmek isteyen Rus Sovyetine değil Batı’nın
izlediği yolu taklit etmek isteyen Osmanlı Batıcılarına benzemektedir. Zaten Mustafa
Kemal’in Samsun’a bir kurtuluş ümidiyle çıkmadan önce yürütmüş olduğu siyasi
girişimler incelenecek olursa kendisinin bir Osmanlı Batıcısı olarak çalışmalar
yaptığı da anlaşılacaktır. Bu çalışmaların sonuçsuz kalması Mustafa Kemal’i
Anadolu’da bir kurtuluş savaşına girişmeye iten başlıca sebeptir. Bu nokta da dikkatlerden kaçmamalıdır.
Mustafa
Kemal’in Türk Genel Devrimi olarak nitelediği yeni kurulan Türkiye
Cumhuriyetinin ilk on yılında gidilen yasal ve idari düzenlemelerin toplumsal
tabanı incelenecek olursa devrimin başarısızlığı daha kolay anlaşılacaktır.
Örneklendirmek gerekirse Türk toplumu kendisini yasal bir nikaha zorlayan
Medeni Kanun olsa da olmasa da imam nikahı kıymaya devam etmektedir. Latin
harfleriyle eğitim almaya mecbur bırakılsa da dini metinleri (anlamasa dahi)
aslından okumaya devam etmektedir. Nüfus memurları zoruyla bir soy adı edinmeye
mecbur bırakılsa da babasının lakabını soy adı yaparak bu devrimi baltalamıştır.
Tekkeler ve Zaviyeler kapatılsa da cemaatlere mensup olmaya ve hocalara itibar
etmeye devam etmektedir.
Türk
devriminin Osmanlı Batıcılarından devraldığı şekilcilik kendi sonunu getirmiş
ve toplumsal tabanda anlaşılamamasına neden olmuştur. Bu anlaşılamamazlık da
çok normaldir. Çünkü gerek Mustafa Kemal ve yeni devletin Türk Aydınları gerek
Osmanlı Hanedanı ve geçen yüzyılın Osmanlı Aydınları batıcılık sendromlarını
kıramadıklarındandır ki toplumlarını anlamamış ve kendileri de
anlaşılamamıştır. Batıcı bir taklitçilikten öte bir anlam taşımayan toplumuzun
son iki yüzyılını kapsayan sancılı sürecin sonunda bugün gelinen noktada
Anadolu’nun her hangi bir noktasında yaşayan insanın belki kılığı, kıyafeti,
idare edildiği yasaları, alışveriş yaptığı pazarı, günlük kullandığı teknik
aletleri değişmiştir ama düşünsel yapısı yerinde saymaktadır. Anadolu Köylüsü
için Osmanlı idaresinde on yedinci yüzyılda yaşamakla Cumhuriyet rejimi altında
yirmi birinci yüzyılda yaşamak arasında şekil yönünden büyük fark olmakla
beraber içerik aynı kalmıştır.
Yaşanan
savaşlardan, ayaklanmalardan, başkaldırılardan, kanlı bastırmalardan, girişilen
top yekun mücadelelerden, yenileşme ve devrimlerden arta kalan kültürel ve
düşünsel mirasımızın son dört yüzyıldır yerinde sayması çok hazindir. Bunun
nedeni ise yukarıda anlatmaya çalıştığım doğulu bakış açısının batılı bir
dönüşümü şekil olarak anlaması ve sürdürdüğü yanlış uygulamadır. Toplumuzun
mensubu olduğu doğululuk sendromundan asla kurtulamamıştır. Bunun en açık
örneği yine bu topraklardan çıkan en büyük devrimcinin kendisinde yatmaktadır.
Mustafa Kemal de taşıdığı bütün devrimci içgüdülere rağmen şekilciliğin
zorbalığından kurtulamamıştır. Modern bir ulus devlet yaratma iddiasında olan
birisi olmasına rağmen asla on sekizinci yüzyıl Osmanlı Zabiti gibi düşünmekten
kendisini kurtaramamıştır.
Mustafa
Kemal bütün yaşamını devrime adamış, Kurtuluş Savaşından sonra toplumun ona
yüklediği ağır yüklere bir devrimci sorumluluğu ile karşı gelmiştir. Attığı her
adımda, siyaseten attığı her imzada toplumsal yükümlülüğünü hep göz önünde
tutmuştur. Ancak öyle anlar gelmiştir ki yaptığı bütün devrimleri imza attığı
bütün yenilikleri bir anda silecek yanlışlara düşmüştür. Medeni dünyanın bir
ferdi olmayı yaratmak gayesinde olduğu Türk ulusuna daima örnek veren Mustafa
Kemal şekilci bir Osmanlı Batıcısı gibi hareket etmekle kendi düşün dünyasını
açık etmiş oluyordu. Mustafa Kemal’in düşünsel açıklığı devrimi tamamlamak
üzere arkadan gelecek nesillerle birlikte kartopu etkisi yaratmış ve onarılması
oldukça güç devasa bir boşluğa yol açmıştır.
Mustafa
Kemal ülke insanına spiritüellikten uzak, bilimsel düşüncenin egemenliğinde,
aklın öncülüğünde yasal ve idari olarak çağdaş bir seviyede yaşamı güdülüyordu.
Bunu sağlamak için dinle, bilimsel ve çağdaş olmayan ile ilinti olan eski
düzenin bütün adetleri geri bırakılıyordu. Eski adetlerini sürdürülen geri
kalmışlıkla itham ediliyordu. Tam da bunun aksine Mustafa Kemal kendi kişisel
yaşamını en çalkantı günlerini maalesef ki eski adetlerine dönüp yeni kurduğu
ülkenin kendi yazdığı kanunlarını hiçe sayarak atlatmıştır. Yaklaşık iki buçuk yıl
süren evliliğini bitirirken çağdaş usullere riayet etmeyerek insanlık ailesi
içinde kadınımızı rencide etmiştir.
Mustafa Kemal boşandığı sırada İsviçre Medeni Kanunundan uyarlanan
yeni medeni kanunumuz yayınlanmamıştı ama yine de Mustafa Kemal’in bu hareketi
kendi kişisel yaşamında yaratmaya çalıştığı medeni usullere uzak olduğunu
göstermiştir. Ülkemizin yetiştirdiği en büyük devrimci olarak Mustafa Kemal’in
dahi toplumumuza sirayet etmiş doğulu düşünme sisteminden çok farklı bir yol
güdemediğini göstermiştir. Ondan sonra gelenler ise Mustafa Kemal’in
yükselttiği çıtayı asla yakalayamadığı için ülkemiz bu doğu sistematiğinin
kurbanı olagelmiştir. En büyük devrimcimiz böyle yaparken onun fikirlerini dahi
anlayamamış ve onun yarım bıraktığı devrimi tamamlama cesaretine asla
erişememiş insanlarımızın suçlanmaması gerekir.
Ne
yazık ki Mustafa Kemal’in ortaya koymaya çalıştığı dönüşüm şekilcilikle sınırlı
kalmış düşünsel boyuta bir türlü geçememiştir. Mustafa Kemal’in ardından gelenler
ise Türk Devrimi’ni şekilcilikten kurtarıp düşünsel ve kültürel boyuta taşımak
bir yana şekilciliğini gittikçe perçinlenen bir hamasete muhatap etmiştir.
Mustafa Kemal’in devrimlerine sahip çıkacak bir devrimci kuşak yetişememiş,
yenilikçi, özgürlükçü, düşünsel ve kültürel olarak değişimi
gerçekleştirebilecek bir nesli besleyecek bir eğitim sisteminden bilerek
kaçınılmıştır. Devrimin ilk yıllarında cesaretli birkaç gözü-karanın çabaları
Moskof korkusuna kurban edilmiş ülke giderek yükselen gericiliğin ve
muhafazakarlığın cenderesine mahkum edilmiştir.
Türk
devrimi; ateşini yitirdikçe batıcı şekilciliğin yüzeyselliğinde yaşanan boş
tartışmalarda vakit kaybetmiş ve bir insan ömrünü geçen süreyi boş yere
yitirmiştir. Şeklin muhteviyatı teşkil ettiği su götürmez ama öz her zaman
nesnenin önünde gelmelidir. Şekle odaklanmış bir toplumsal kalkınmacılık
anlayışı, yüzeysel bir dönüşümü sağlamış olsa da toplamda ne kültürel ne de
düşünsel bir devinimi sağlayamaz. Sonuç da böyle olmuştur. Şekle odaklanan
ülkemizdeki Batıcılarımız ve genel olarak doğulu toplumlardaki bütün Batıcılar,
yaşadıkları toplumdan her geçen kopmuşlar ve toplumsal tabanlarını
yitirmişlerdir. Gericilere karşı yitirilmiş bir mücadelenin mağlupları olarak Batıcıların halkın sorunlarına olan uzaklıklarını kapatmaları, toplumun
kültürel ve düşünsel temellerine odaklanıp halkla yüzleşmelidir ki bir şeyler
yapabilsinler. Yoksa temel meselelere asla geçilemeden sadece yüzeysel bir
takım boş tartışmalarla vakit geçirilecek ve asla kültürsüzlüğümüze ve
düşüncesizliğimize bir çözüm getirilemeyecektir.
Doğunun
yaşadığı bütün sorunların temelinde kültürsüzlük ve düşüncesizlik olduğu
görülmeden, bu sorunun çözümüne geçilmeden gerçek yerel ve toplumsal bir temel
edinilmeden atılacak bütün adımlar yüzeysel kalacaktır. Bugün halkımızın büyük
bir çoğunluğu televizyon izleyebilmekte, bilgisayar kullanabilmekte, mobil
iletişim araçlarıyla sesli, görüntülü yada yazılı iletişimin bütün
nimetlerinden yararlanabilmektedir. Ancak ülkemizin bu teknolojik gelişimi zihinsel
bir dönüşüme neden olmamaktadır. Çatal bıçak kullanmak, sarık yerine fes, fes
yerine şapka takmak, yerde değil masada oturmak, entari yerine gömlek giyip
kravat bağlamak yada envai çeşit elektronik alet kullanmak sizi batılı yada
çağdaş yapmaz. Zihninizde ve vicdanınızda düşünsel ve kültürel bir dönüşüm
geçiremezseniz o bütün şeklen batılı standartlardaki güzelliğinize rağmen
doğulu kalmaya ve doğulu olmaya mahkûmsunuz. Sonuç olarak bir kere daha tekrar
etmek gerekirse kullandığınız alfabenin Arap mı yoksa Latin harfleri mi olduğu
değil o harflerle yazıya döktüğünüz düşüncelerinizin sahip olduğu düşünsel ve
kültürel düzey sizi milletler arenasında bir adım yukarı taşır.
Dr. Selahattin ÖZKAN
Yararlanılan Kaynaklar:
Dr. Selahattin ÖZKAN
Yararlanılan Kaynaklar:
- Rene Guenon, Doğu ve Batı, Çev: Fahrettin Arslan, 2004
- Toktamış Ateş, Türk Devrim Tarihi, 2010
- Kemal Arı, Atatürk ve Aydınlanma, 2009
- Halil İnalcık, Atatürk ve Demokratik Türkiye, 2009
- Server Tanilli, Türkiye'de Aydınlanma Hareketi, 2006
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder