Yeryüzündeki tek biriktiren
hayvan olarak insanlık milyonlarca yıllık tarihi boyunca sayısız ilerlemeye
imza attı. Yaşadığı çevreye, soluduğu havaya yada bu yaşamı paylaştığı başka
canlıların zararına da olsa bencilce ilerleyişini hep devam ettirdi. İlerlemek
için ihtiyaç duyduğu birikimin nedenselliğine bakılmasızın hem de. Kim bilir
bilemediğimiz kozmik bir planın parçasıydı bu biriktirme arzusu. Yada reddedemeyeceğimiz doğamızın en saf arzusu. Ne olursa olsun biriktirmeye ve biriktirdiklerimizi
bizden sonra gelenlere aktarmak alışkanlığımızla diğer hayvanlardan
ayrıldığımız bir gerçek. Miras kavgası biz insanlara has bir haset,
biriktirmemizin lanetidir aslında.
İnsanlar servetlerini,
varlıklarını, sevdikleri değerli yada değersiz nesneleri kendilerinden sonraki
kuşaklara aktarmakta zorlanmazlar. Bu dünyada fiziki olarak yer kaplayan her
şey bir sonraki kuşaklara aktarılabilir. Ama işi somut olandan soyut olana
gelince durum biraz zorlaşmaktadır. Aktaracağımız şeylerin (duydu, düşünce yada
gözlemler gibi) aktarılmasını için somutlaştırılması kaçınılmazdır. Soyut
somutlaştırabildiği ölçüde biriktirilmeye, biriktirilebildiği ölçüde de
aktarılmaya uygun olmaktadır. Bugün insan varlığının ayrılmaz temel
nüanslarından birisi olan yazma güdüsünün altında düşünce, duydu yada gözlem
gibi soyut varlıklarımızı, değerlerimizi yada şeylerimizi biriktirme ihtiyacı
bulunduğunu düşünmekteyim.
Düşüncelerimizi, duygularımızı
yada deneyimlerimizi kendimizden başka bireylere aktarabilmenin, gelecek
kuşaklara aktarabilmenin yada daha sonra hatırlamak istediğimizde hafızamızı
tazeleyebilmemizin tek yolu aklımızdakileri fiziki alemde nesneleştirmekten
geçmektedir. Yazı işte böyle bir güdünün sonucu olarak tarihteki yerini
alabilmiştir. İnsanlığın tarihteki buluşlarını sıralamak istesek, hiç şüphesiz,
yazı en önemlileri arasında yer bulabilecektir. Yazının bu muazzam önemi
sağlamış olduğu bilgi aktarımının neden olduğu ortak hafızamızın
yarattıklarıdır. Bilim, Edebiyat yada sanat yazı olmadan var olamazdı. İnsanlık
ancak yazının icadından sonra evrimsel gücünün doruklarına ulaşabilmiş ve bugün
anladığımız anlamda insan ancak yazdıkça var olabilmiştir.
İnsanlık yazını icadından önce aklındakileri
aktarmak için sadece doğanın kendisine bahsettiği bir başka yetenek olan dilini
kullanabiliyordu. Dil ile aktarılamayanlar yada aktarılmak istenen bireyler ile
aktaracak bireylerin zaman yada mekan farklılığı nedeniyle bir arada olamadığı
durumlarda iletişim mümkün olamıyordu. Bu imkansızlığı ortadan kaldırabilecek
yegane yöntem ise soyut duygu ve düşünceleri somut sembollerle ifade edebilmek
ve bu ifadelerin başka bireyler tarafından da aynı yolla anlaşılabilmesini
sağlamaktı. Dilin yazıya dönüşümündeki bu “anlaşma” fikri ve aslında
zorunluluğu dil çeşitliliğinin yazının genel geçer olma nedenselliği ile
yitirilmeye başlamasıdır. Artık küçük insan toplulukları arasındaki yerel
dillerin değeri kayboluyordu. Yazıya aktarılabilen diller aktarılamayanları
katlediyordu.
Dildeki ifadelerin sembolik
anlamlara bürünmesi dünya üzerinde ilk kez birbirinden bağımsız olarak iki ayrı
zaman ve mekanda mümkün olabilmiştir. Tanrının oğlu olduğunu iddia eden bir
yetimin dünyaya gelmesinden tam üç bin beş yüz yıl önce Mezopotamya’da kadim
Sümerliler tarih üzerinde ilk kez bir alet yardımıyla soyutu somuta
çevirebilmişlerdir. Onlardan belki üç bin yıl sonra bu kez Orta Amerika’daki
kadim halklar eski dünyanın batıl inanç ve söylencelerinden çok uzakta yazmayı
akıl edebilmişlerdir. Yani bu hesaba göre insanların yazmaya başlamadan önce
dillerini tam otuz bin yıl boyunca geliştirmişler ve evrimleştirmişlerdir. Bu
maymunsulardan ayrıldığımızdan bu yana beynimize ve onunla ürettiğimiz soyut
yeteneklere aktardığımız büyük bir yatırımın da işaretidir.
Sadece bununla mı sınırlıdır,
yazıyı akıl edene kadar yapabildiklerimiz? Elbette ki hayır. Hayvanları ve
bitkileri evcilleştirmeyi, alet yapmayı ve bunlarla nesneleri şekillendirmeyi,
güzelliğimize ve sağlımıza dikkat etmeyi ve en önemlisi belki de göç etmeyi hep
yazının icadından binlerce yıl önceye tarihlendirebilmekteyiz. Bütün bunları
sadece yüz yüze iletişimle başarabilen atalarımız için konuşmak yazmaktan çok
daha elzem bir ihtiyaçtı. Belki de yazmayı gerektirecek başta belirtmeye
çalıştığım nedenselliğe henüz olgunlaşamamıştık. Zira hala küçük topluluklar
halinde yaşıyor, başka insan topluluklarıyla iletişime geçmek ihtiyacı duymuyor
ve ölümle olana düşüncel ilişkimizi de neticelendiremiyorduk. Bu nedenle de
ölüme karşı en büyük varoluşsal başkaldırının yazmak olduğunu ayırt
edemiyorduk.
Kadim yazıtlardan Modern Alfabe'ye |
Dillerini yazıya aktarma ihtiyacı
duyan ilk medeniyetin Sümerliler olmasına karşın kadim Mısır ve Çin halklarının
özgün alfabelerini nasıl icat ettikleri de tartışmalıdır. Çinlilerin özgün yazı
biçimlerinin Asya’nın geri kalanına olan özgünlüğünü burada halklar arası
etkileşimden kaynaklanmayan bir yazı icadının mümkün olabileceğini göstermekle
birlikte Mısırlıların Sümerliler olan yakın irtibatının buradaki alfabenin
etkileşimle meydana gelebileceğini akıllara getirmektedir. Hindistan alt
kıtasının kadim halkları arasında da yazının icadı çok erken dönemlere
işaretlenmekle birlikte ilk yazmaların niteliksel değerleri hala bilim
insanlarını bölmektedir.
Yazının doğumuna doğru ilerledikçe
bilim insanlarını dilin sembolleştirilmesinde tercih edilen yöntem üzerinden
bir ayrıma gittiğine şahitlik edebiliriz. Sembolleştirilen ifadelerin dilin
barındırdığı seslerimi karşıladığı yoksa dilde kullanılan anlamlarımı
yansıttığına göre yazı dönemlendirilmektedir. Ancak fark edilebileceği gibi
yazının ilk çıkışındaki nedenselliğin uygulamaya yönelik yapısı anlamlı söz ve
söz öbeklerinin sembolleştirilmesini daha kolaylaştırmıştır. İnsanların ifade
etmek istedikleri soyut yada somut nesneleri yazıyla sembolleştirirken önce
fonetik yerine manayı düşünebilmişlerdir. Düşüncenin bu ilk basamağında bunun
böyle olmasında şaşılacak bir yön de olmamalıdır.
Sümerliler yazıya önce nesnelerin
küçük sembollerini yüzeye aktarmakla başlamışlardır. Evi sembolize etmek için
ev resmi, ağacı sembolize etmek için ağaç resmi yada hayvanı sembolize etmek
için hayvan resmi çizmekten başka daha uygun ne yol olabilir. Ancak insanlık
tarihi için önemli olan ise bu sembollerin zaman içinden grafiklerinin
karakteristikleşmesidir. Artık evi sembolize etmek için dört başı mamur bir
resim çizmek gerekmez, iki çizgi üzerine konulmuş küçücük bir çatımsı yüzey
üzerinde diğer semboller için hem yer kazandırmaktadır hem de yazma işini
akıcılaştırmaktadır. Artık sadece bir nesnenin çizimi için harcanan zaman
kısalmış, semboller karakterleştikçe yazmak resmetmekten de fiil olarak
ayrılmıştır.
Nesnelerin yada düşüncedeki başka
şeylerin karakteristik grafiklerle sembolleştirilmesinin ardından eylem yada
durumlardaki yapısal anlatımsal değişimlerinin dilde meydana getirdiği
yeniliklerin yüzeye aktarılması sorunu ortaya çıkmaktadır. Kimi diller bu
sorunu o durum yada eylem sonucunda baştaki şeyin form değiştirmesiyle
çözmüşken kimi diller ise ana formu bozmadan yeni durum yada eylemi ifade eden
eklemelerin ana gövdeye eklemlenmesiyle çözmüştür. Bu iki yöntemin yazıya
aktarılması için ise önce hece ve alfabelerin icat edilmesi gerekmektedir.
Kronolojik olarak bakılacak olursak eğer hece ve alfabe gibi daha öznel
tanımlamalar ancak yazının doğmasından sonra yeni ihtiyaçların ortaya çıkmaya
başlamasıyla mümkün olabilmiştir.
Yazıda kullanılan karakteristik
sembollerin varlıkları ancak toplumsal mutabakatın varlığı ile mümkün
olabilmiştir. Sırası yada sayısı her toplum için değişmekle birlikte (hatta bazen
aynı toplumun farklı zaman ve mekanlarda farklı sayıda alfabelere ihtiyaç
duyması dahi görülebilmekte iken) alfabedeki sembollerin dildeki bölünemez en
küçük sesleri ifadeleştirmesi çarpıcıdır. Bu anlaşmaya toplumların nasıl
vardığı modern dünyamızın zihinsel yapılarını dahi kurcalamaktadır. Alfabelerin
gelişimi dillerin fonetik yapıların semboller yoluyla yazıya dökülmesiyle
ilişkilendirilmektedir. Zira tekil bir harfin tekil bir sesi ifade etmesi ancak
sembollerin ilk ortaya çıkan yazın fikrindeki anlamın sembolleştirilmesi
yolundan ziyade sesin sembolleştirilmesine bağlanabilmektedir.
Mısır Hiyerogliflerinin çözülmesini sağlayan üç ayrı yazıyla kaleme alınmış Rosetta Taşı |
Bütün sahibi olduğumuz bilginin,
bilimlerin ve geçmişimizin tamamıyla yazı yardımıyla bizlere kadar
aktarılabildiğini hatırlarsak eğer yazının ortaya çıkmasını ne kadar da muazzam
bir yenilik olduğunu daha iyi kavrayabiliriz. Mısır Hiyerogliflerinden İndus
yazmalarına kadar kadim yazıtlarından, günümüz dünyasının şaheserleri
Shakespeare’in sonelerinden Einstein’ın Hareketli Cisimlerin Elektrodinamiği’ne
kadar “neredeyse” her şeyi yazıyla öğrenebildik. Öğrenebileceklerimizin sınırı
yazılabileceklerimizdir bir kertede. Ve bizlere yazıyla aktarılabilenlerle
sınırlıdır bugün dünya hakkında, evren hakkında yada kendimiz hakkında
bildiklerimiz. Yazı varsa bilim var, dünya var, evren var yada kendimiz varız
bir anlamıyla.
Elbette ki insanların her
konuştuğu dilin yazıya geçirilmesi koşul değildir. Zaman içinde nice diller
konuşulmuştur ki yazıya dökülmemiştir. Yazıya dökülmeyen bir dilin değişen
koşullar içinde unutulması, kaybolması yada baskın diller tarafından egemenlik
altına alınması içten bile değildir. Böyle olunca yazıya geçirilmeyen diller
kaybolmaya yüz tutacağı koşulunu ortaya koyabiliriz. Ancak denklemi tersine de
çevirebilmek mümkündür elbette. Öyle diller vardır ki yazıya dökülmüş, yazısı
günümüze ulaşmış ama dili unutulmuş gitmiştir. Kadim Orta Amerika halklarından
Mayaların dili buna örnek gösterilebilir mesela. Yazıya dökülmüş bu dil hala
çözülebilmiş değildir. Mısır hiyerogliflerinde de geç dönem Mısır tanrılarından
bir tanesi yaptığı anlaşma metnine yerel dillerden birisi olan Latince eklemesiydi
bugün Mısır dilini, kültürünü ve tarihini asla öğrenemeyecektik.
Sümerlilerin günümüzden altı bin
yıl önce Mezopotamya’nın verimli topraklarında kurduğu köklü kültürün modern
dünyamızı çokça şekillendirdiği artık yadsınamaz bir gerçektir. Bugün
evrenselleşmiş birçok değer Sümerlilerin bizlere mirasıdır. Yazı da bu kadim
mirasın belki de en çarpıcı olanıdır. Basit nesnelerin dildeki ve akıldaki
soyut karşılıklarını somut resimler üzerinde ifade etmesi dünyamızı hiç
düşünmediğimiz kadar değiştirmiştir, değiştirmeye de devam edecektir. Tanrıların
dilini kuran Mısırlıların renkli resimli karakterlerden daha grafiksel
karakterlere geçerek ilk alfabeyi yaratan halk oldukları unutulmamalıdır.
Hececiler ile harfçilerin dil üzerindeki egemenlik kavgası ise halk ve coğrafya
sınırı tanımadan zaman içinde tekrar ede gelmiştir. Bugün ulaştığımız noktada
ilk Hıristiyan rahiplerinin çok tanrılı Romalılardan emanet alıp, kutsallıklar
atfettikleri Latin harfleri yunanlı atalarından sonra bu kez modern dünyamızın
sekülerleri eliyle dünyevileştirilmiştir. Yazının ebedi macerası devam edecek
ve biz sıradan faniler olarak bu maceranın hem öznesi hem de nesnesi olmayı
sürdüreceğiz.
Dr. Selahattin ÖZKAN
Yararlanılan kaynaklar:
- Albertine Gaur, A History of Writing, Cross River, 1992
- Marianne Elliott, The Art of Calligraphy, Cape Library, 2004
- http://www.calligraphy.co.uk/history-of-calligraphy/history-of-calligraphy/
- http://www.britishmuseum.org/channel/kids/young_explorers_videos/video_a_history_of_writing.aspx
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder