Toplumları şekillendiren en büyük
kültürel öğelerden bir tanesi olarak Din, geçmişimizde siyasi bir kimlik olarak
da tahakküm göstermiştir. Din adamları eliyle, yeryüzünde, “Tanrının Gölgesi”
olarak adlandırılan toplumsal yapılar inşa edilmiş ve toplumların manevi olduğu
kadar siyasi egemenlikleri de kullanılmıştır. Gerek doğuda gerekse batıda
insanlığın iki ayrı cephesi birbiriyle benzer egemenlik alanlarını
belirlemiştir. Batı’da Papa Doğu’da Halife eliyle kullanılan bu egemenlik
tarihi karşıtlığından ziyade benzerlikleriyle de ilgi çekmektedir. Anadolu
Dünya üzerinde hem Papa tarafından hem de Halife tarafından yönetilmiş ender
toprak parçalarından birisidir ve yaşadığımız coğrafyayı anlamak için bu iki
kurumun zaman içindeki görünümlerini anlamak önem arz etmektedir.
İslam Peygamberinin vefatından
sonra Müslümanların siyasi ve ruhani önderliğini devralan idarecilere Halife
denilmiştir. Halife, siyasal olarak İslam Devletinin başkanlığını ve İslam
Ordularının komutanlığını yürütür. Ruhani olarak ise hutbe okutur/okutturur,
dini anlaşmazlıklarda hüküm verir ve İslam inancının geleceğe aktarılmasını
sağlar. Sözlük anlamı olarak birisinin yerine geçmek, yerini doldurmak, vekalet
veya temsil etmek demektir. Yine de Halifelik; İslam’ın ana kaynağı olan
Kuran’da yer almayan pratikten doğan bir makamdır. Ancak Kuran’da hilafetin
siyaset anlamına işaret eden ayetler bulunduğu da bilinmektedir.[1]
Halifenin başlıca Peygamberin
dünyevi otoritesini temsil etmek, yeryüzünde dinin hükümlerini uygulamak, dünya
işlerini düzene sokmak ve Allah’ın yeryüzündeki hakimiyetini sağlamak[2]gibi
görevleri olduğu söylenebilir. İslam’ın kutsal kitabı Kuran’da Halifelik makamı
yer almadığı gibi Halifenin nitelikleri, seçilme kriterleri yada kimlerin
seçeceği bilgileri de yer almaz. Bu nedenle Halife’nin genel olarak kuramsal
altyapısı ve uygulamaları Sünnete bakılarak yada içtihat yoluyla sonradan
geliştirilmiştir. İslam Devleti geliştikçe Halife hakkında kuramsal yorumlar artmış
ve yönetimsel teoriler geliştirilmeye çalışılmıştır.
İslam alimleri; Halifenin azlini
gerektiren konuların belirlenmeye çalışılması, Halifenin temsil ettiği
hakimiyetin Allah’a değil ümmete ait olduğu ve yöneticilerin adaleti nasıl
sağlayacağı gibi konularda geliştirilen teoriler çerçevesinde
değerlendirilmeler üzerine çalışmış ve bu alimlerce bir İslam Devleti geleneği
yaratılmaya çalışılmıştır. Ancak Halifelik ile yapılan bütün yorum ve
değerlendirmeler, yapıldığı dönemdeki uygulamaya dair olması nedeniyle tarihten
bağımsız düşünülemezler. Her bir düşünür yaşadığı dönemin Halifesinden yola
çıkarak halifeliği ele almış ve halifeliği; önündeki hükümdar nazarında
kurumsallaştırmaya çalışmıştır.
Yine de genel olarak Halifelerin
zaman içinde; İslam Devletinin Başkanlığını yürütmek, Yasama, Yürütme ve Yargı
erklerini yerine getirmek, İslam Peygamberinin mirasını sürdürmek, Ehli Beytin
ve ailesinin iaşesini sağlamak, Hicaz bölgesini yönetmek ve Hac organizasyonunu
düzenlemek gibi görevleri üstlendiğini söyleyebiliriz. Elbette bu görevler
tarih içinde Halifenin aldığı siyasal ve manevi görüntüyle değişime uğramıştır.
Zira kimi zaman halifeler tümüyle siyasal bir görünüm kazanmış iken kimi zaman
ise sadece maneviyata önem vermişlerdir. Halifelerin maneviyat ile siyaset
arasında kurdukları dengeye göre üstlendikleri görevler de değişmiştir.
Bir halifenin yürütme erki olarak
yaptığı görevler, yine zaman içinde değişkenlik göstermekle birlikte; İslam
idaresinin başkanlığını üstlenmektir. Halife, yürütme gücünü tekelde toplar. Ancak
yine de Ehlü’l-Hal ve’l-Akd Kurulu isimli danışma kuruluyla beraber çalışır.
Burada değinmek gerekir ki İslam Devletinde Sünnete dayalı bir yönetim ahlakı
geliştirilmiştir. Bu nedenle Halifelerin de aynı İslam Peygamberi gibi istişare
yapmadan karar aldığına pek rastlanmaz. Halifeler ise çoğunlukla yasama erki
olarak da çalışmışlardır. Ehlü’l-Hal ve’l-Akd Kurulu yasama üzerinde erk sahibi
olamamıştır. İslam Devleti Kuran’da yazılı bulunan kurallara bağlı olarak
yürütülür. Eğer Kuran’da yer almayan bir idari meselenin çözümü gerekli ise
Sünnet’e bakılır. Yine bir çözüm bulunamaz ise yerleşik içtihatlar ve aklı
melekeler yardımıyla yasama yoluna gidilir. Yasama yetkisi Halife’ye aittir
ancak burada İslam bilginlerinin yorumu çok önemlidir.
Tam bir kuvvetler birliğinden söz
edilebilecek Ortaçağ İslam Devletinde Yargı erki de devletin başı olan Halifenin
ellerindedir. Halife, İslam Devletinin tek yargıcı olarak da görevlidir. Bunun
yanında aynı zamanda tek savcısı ve tek avukatıdır da. Yargılama usulü suçlunun
cezalandırılması esası üzerine kurulmuştur. Ancak yine de Halife’nin kendisine
danışmanlık yapan Akd Kurulu’nun modern anlamda bir yüksek mahkeme gibi
çalıştığı da olmuştur. İdari, Askeri yada Cezai uyuşmazlıklar kurulda
tartışılır ve Halife’ye çözüm önerileri getirilirdi. Halife’nin yargılamadaki
ana kaynağı yine kutsal metinlerdir. Bu noktada İslam’ın yerel cezai normlara,
İslam’ın özüne açıkça karşıtlık içinde bulunmadığı sürece müsamahalı yaklaştığı
da unutulmamalıdır. İslam devletinde örfi yargısal kaynaklar öteden beri
kullanılır olmuştur.
Emevi Akıncıları |
İslam yazınında; Ebu Bekir
es-Sıddık, Ömer bin Hattab, Osman bin Affan ve Ali bin Ebu Talib’den oluşan ilk
dört halifeye Halifeyi Raşidun ismi verilmektedir. İlk halife Ebu Bekir
es-Sıddık seçim yoluyla işbaşına getirilmiştir. İslam’ın önderliğinin
Peygamberden sonra nasıl devem edileceği konusunda dinin açık bir yolu
olmayınca, ileri gelen ilk Müslümanlar kendi aralarından seçim yoluna
gitmişlerdir. İlk halifenin seçilmesi sırasında üç görüş ortaya çıkmıştır. Seçilme kriteri olarak; İslam’a olan
hizmeti esas alanlar, Kureyş kabilesini esas alanlar ve Haşimi ailesini esas
alanlar. Bütün inananların katıldığı bir seçim sonucunda ilk halife Ebu Bekir
es-Sıddık olmuştur. Ancak Ebu Bekir es-Sıddık, kendisinden sonra gelecek
Halife’yi ölmeden önce işaret ederek, Ömer bin Hattab’ı vasi tayin etmiştir.
Böylece işaret yoluyla halifelik yöntemi ortaya çıkmıştır.
İlk halife seçimle belirlenince Halife
Seçilebilmenin şartları tartışılmış ve inancın ileri gelenlerince iyi bir
Müslüman olmanın, ibadetlerini yerine getiren adaletli biri olmanın, içtihat
sahibi ve araştırıcı bir din bilgini olmanın ve bedenen güçlü ve sağlıklı
olmanın halife seçilmek için aranan şartlar olduğu ortaya atılmıştır. Ancak az
önce de belirttiğim gibi ilk halife Ebu Bekir es-Sıddık’ın seçimle işbaşı
yapmasına rağmen kendisinden sonraki halife Ömer bin Hattab’ı tayin etmesi
seçim yöntemlerinin bu noktadan sonra farklılık göstermesine neden olmuştur.
Zaman içinde bazı Halifeler bütün İnananların seçimiyle belirlenmiş iken (daha
küçük bir idari bölgedeki ilk inananlar zamanında özellikle bu yöntem
kullanılmıştır.) bazı halifeler seçici bir kurulun seçimiyle işbaşına
geçebilmiştir. Sadece belirli özelliklere sahip önemli isimlerin oy
kullanabildiği bu dar seçim yöntemi özellikle egemenliğin paylaşılmadığı
rejimlerde kullanılmıştır. İşaret yoluyla Halifelik ise bir önceki halifenin
kendisinden sonraki halifeyi vasi tayin etmesiyle gerçekleşirken siyasi etki
yada zor yolla Halifelik ise sert rejimlerin iktidarlarını sürdürme
eğilimlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu noktadan sonra da zaten
artık halifeliğin bir hanedanlık olarak babadan oğula geçmeye başladığını
söyleyebiliriz.
İslam Devleti’nin sınırları Arap
yarımadasını aşıp, küresel bir boyut kazanınca, genel seçim yoluyla halifenin
belirlenmesi imkansızlaşmıştır. İslam bilgilerinin önerisiyle, Halife
olabilecek niteliklere haiz bir seçici kurulun (ehlü’l-hal ve’l-akd) kendi
aralarında Halifeyi belirlemesi içtihadı zamanla yerleşir. İlk Halife’den sonra
Halife’nin ardılını işaret etmesinin teorik tartışmasına gidilmiş ve her
şekilde Halifeliği devralacak kişinin kurul tarafından kabul edilmesi şartı
aranmıştır. Yine de biat kültürü esastır, Allah’ın hükümlerini çiğnemedikçe
Halifenin kendisine itaati zorla sağlaması, meşruiyetine engel teşkil etmez.
İşaret yoluyla Halifelik ise ilk Halife Ebu Bekir es-Sıddık’ın kendisinden
sonra gelecek olan isim olarak Ömer bin Hattab’ı vasiyet etmesiyle başlamıştır.
Bu yöntem daha sonra Halifeliğin veliaht yoluyla ilerlemesine dayanak
gösterilse de uygulamada oldukça faklıdır. İşaret edilen kimse, genel halkın
yada seçici kurulun onayını almadıkça Halife olamaz. Zaten İşaret yoluyla başa
geçen ilk halife Ömer bin Hattab, kendisinden sonraki Halife’yi işaret etmemiş,
kararı seçici kurula bırakmıştır.
Son Halife Ali’nin seçilmesine
Şam Valisi Muaviye itiraz etmiştir. Muaviye ve İslam peygamberinin son eşi
Ayşe’nin siyasal ittifakı; Ali’nin Hilafetini imkansızlaştırmıştır. Ali ile
Muaviye’nin savaşından galip çıkan Muaviye olunca; Halifeliği kendi oğluna
miras bırakarak Emevi Hanedanlığını başlatmıştır. Böylece ilk kez halifelik kan
yoluyla aktarılan bir iktidar olarak dünyevileşmiştir. Muaviye’nin Ali’nin
elinden Hilafeti zorla alması ve kendi hanedanlığını kurması, Ali’nin taraftarlarının
Hilafet’i tanımamasıyla sonuçlanmıştır. Ali’nin taraftarlarının İslam’ın Şii
kanadını oluşturmaları ile Müslüman Dünyası bölünmüş ve Hilafet Şiilerce
tanınmamıştır. Şiilerin önderliğini Ali’nin soyundan gelenler devam ettirmiş ve
İmamlık geleneği yeşermiştir.
Emeviler’in Muaviye tarafından
Ali’den zorla alınan iktidar eliyle hanedanlığa gelmesi dikkat çekicidir. Bu
nedenle Emeviler ile ilgili meşruiyet tartışması hiç bitmemiştir. Ebu Süfyan’ın
oğlı olan Muaviye, İslam öncesi Eski Arap ülkesinde Haşimiler ile yaşanan
egemenlik mücadelesinin başka bir boyuna taşınmasına neden olmuştur. Emeviler, İslam
Egemenliğinin Irak-ı Acem’den İber yarımadasına kadar geniş bir coğrafyaya
yayılmasını sağlamış ve Hilafet Merkezi Şam’a taşımışlardır. Bu dönemde Hilafet
daha çok siyasi bir kimlik kazanmıştır. Emeviler ile birlikte İslam devlet
organizasyonu geleneksel görünümünü edinmiştir. Yine Emeviler döneminde bir
yandan Mezhep kavgaları başlamış iken bir yandan da Araplar ile Arap olmayanlar
arasında ilk çatışmalar başlamıştır. Böylece Halifenin siyasal kimliğini mutlak
bir güç ile şekillendirilmiştir ve Emevi iktidarındaki mutlak otorite arayışı
Halifenin kültürler ve kimlikler üstü saygınlığını yitirmesine neden olmuştur.
Emevilerin Bizans karşısında güç
kaybetmeleri ve artan iktidar baskıları İslam’a sonradan geçen Türkler ve diğer
etnik gruplardaki Halife otoritesini zayıflatmıştır. Horasan merkezli muhalif
hareket, Abbasilerin Emevilerden sonra Hilafeti ele geçirmesini sağlamıştır. İslam
peygamberinin amcası Abbas bin Abdülmüttalip’ten adını alan Abbasi Hanedanlığı,
Eb’ül Abbas Abdullah ile başlamıştır. Abbasiler döneminde Emeviler dönemine
getirilen eleştirilerin giderildiğine şahit oluruz. Özellikle Türk ve
Farisilerin devlet yönetiminde daha fazla görev edindiklerini görürüz. İkinci
Abbasi halifesi Ebu Ca’fer en-Mansur döneminde Hilafet merkezi Bağdat’a
taşınmıştır. Özellikle Türklerin devlet kademelerindeki yükselişi tarih
sahnesinde Hilafet’in farklı bir boyut kazanmasına neden olmuştur. Türkler önce
askeri sonra da siyasi konularda iktidarı yavaş yavaş edinmeye başladıkça;
Hilafet, daha çok manevi bir egemenlik alanına kaymıştır.
Halifelerin özellikle İran’daki
Şii iktidarlarca sıkıştırılması, Türklerin daha güvenilir bir rol edinmesine
yol açmıştır. Siyasal olarak bölünmüş İslam coğrafyasında Hilafetin
tarafsızlığı yitirilince, Halifeler sadece dini meseleler üzerine odaklanmış
siyaseti ve dünyevi işleri yükselen yeni siyasal odaklara bırakmışlardır.
Özellikle Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in Şii Büveyhi hakimiyetindeki Abbasi
halifeliğini kurtarması
ile Halifelik yeniden şekillenir. Bu noktadan sonra Abbasi Halifeleri Türk
Sultanlarının yanında ikincil bir pozisyon alır. “Kasimü emiri’l-mü’min”[3]
unvanı bu dönemde geliştirilmiştir. Türk Sultanları bütün idari ve askeri
görevlerinde Halife’nin onay ve rızasını dayanak gösterdikçe İslam dünyasında
Hilafet’in iktidar/mezhep/kabile savaşlarıyla yıpranan konumunu tekrar
yükselmiştir. Ancak bu yükseliş sadece dini ve kültürel alanla sınırlı
kalacaktır. Yani Türklerin siyasal olarak İslam’ın bayraktarlığını ele almaya
devam etmeleri; Hilafetin giderek manevi bir boyuta taşınmasına neden olmuştur.
Türk devletlerinin idari
merkezleri doğuya doğru kaydıkça kimi Abbasi Halifeleri Araplar arasında
yeniden bir hakimiyet oluşturmaya çalışmışsa da başarılı olamamışlardır. Ancak
Halifelikteki bu siyasal hakimiyet kaybı manevi boyuttaki değer kazanımlarıyla
karşılanmıştır. Halife için kullanılan ‘zıllullah fi’l-arz’[4]
unvanı dönemin hilafet algısını daha açık bir şekilde anlatmaktadır. Türk
Sultanlarının gölgesindeki Abbasi Halifeleri döneminde Vezirlik ve Kadılık
makamları İslam devlet geleneğine de sirayet etmiştir. Önceleri sadece dini bir
nitelik olan hutbe okutmak yetkisi, Türklerle birlikte Halifenin ardından
Sultan ismini zikredilmesi geleneği ile birlikte siyasal bir nitelik
kazanmıştır. Türkler Halifeliği kaldırmak, soy değiştirmesini sağlamak yada
siyasi müdahalelerde bulunmak gibi davranışlarda bulunmamış aksine Hilafetin
kendi iktidarlarının kaynağı olarak göstermişlerdir.
Ancak tarihin bu olağan akşı
Moğollar Ortadoğu’ya ulaşınca sekteye uğramıştır. 1258 yılında Bağdat Moğollar
tarafından ele geçirilince hilafet ortadan kalkmış ve üç yıl boyunca yeniden
kurulamamıştır. 1260 yılında Moğol ilerleyişini durduran Memluk Sultanı I.
Baybars, son halifenin amcasını Kahire’ye hilafeti canlandırmak için davet
etmiştir. 1261 yılında ise Ebü’l-Kasım Ahmed halife ilan edildi, kendisine halk
tarafından biat edildi ve böylece üç yıllık zorunlu aranın sonunda Abbasi
halifeliği yeniden canlandırılmış oldu. Moğollardan sonra ise bölgede
parçalanan Selçuklu hâkimiyetinin yarattığı siyasal boşluk; yeni bir Türk soylu
hanedanlığın kurulmasına kadar, kendisini hissettirmiştir. Ortaçağın bu siyasal
olarak parçalanmış ama kültürel olarak renkli döneminde küçük feodal yapıların
halklar üzerinde zorbalıkları, güç kaybeden Hilafetin şaşkınlıkları ve sürekli
değiştirilen siyasal ve dini kimlikler günlük yaşamı zorlaştırmıştır.
Osmanlı hakanı Yavuz Sultan
Selim’in Mısır, Hicaz ve Arap Yarımadasındaki diğer yerleri ele geçirmesiyle
Hilafet ve bölgedeki siyasal parçalanmışlık ortadan kalkar. Merkezi iktidar
olarak Osmanlılar yüzyıllar boyunca devam edecek iktidarlarını başlatmışlardır.
Kanuni Sultan Süleyman döneminde Halife’nin Kureyş kabilesinden olması gibi bir
zorunluluk olmadığına dair bir fetva alınmış ve Osmanlı Hanedanlığına geçen
Halifeliğe meşruiyet kazandırılmıştır. Yavuz, Hicaz’ın fethi sonrası
‘hadimü’l-Haremeyni’ş-şerifeyn’ unvanını kullanmışken ardılları Kanuni’nin fetvasına
dayanarak Halifeliği bizzat yüklenmeye başlayacaklardır. Açıkça görülebileceği
gibi Osmanlıların bu işgalden sonra İslam dünyası üzerindeki etki ve itibarı
artmıştır.
Osmanlı’nın Hilafeti aldığı
günden itibaren bu unvanı, diplomatik ve siyasi metinlerinde kullanmaya
başlamasına rağmen Batı, 1774 Küçük Kaynarca Antlaşmasıyla ilk kez Osmanlı’yı
bütün Müslümanların Temsilcisi olarak nitelemiştir. Denilebilir ki Batı için
Osmanlının ekümenikliği ancak 1774 Küçük Kaynarca Antlaşmasıyla başlamıştır. Hilafet
dolayısıyla Osmanlı, kendi yönetimde olan yada elinden çıkan eyaletlerini veya
başka ülkeler içindeki Müslüman bölgeleri himaye etmiştir.[5]
Yüzyıllarca süren bu stabil anlayış ancak yakın denilebilecek bir zamanda, Tanzimat’ta
nitelik değiştirmiştir. Tanzimat’ta Halifelik
ile Osmanlı Saltanatı anlayış olarak ayrılmış ve Saltanat Osmanlı tebaasındaki
gayrimüslimleri kapsadığı için Halifelik unvanı zayıflamıştır. Ayrı olan
Hilafet ve Saltanat’ı aynı kişinin temsil etmesi nedeniyle pratikte çok
sorunlar yaratmayan sorun Kanun-i Esasi’de kendisini Hilafet’in sadece manevi
boyutu olduğu şeklinde ifade etmiştir.
Çoğu zaman birbirine geçen
Osmanlı bürokrasisi ve münevveri için Hilafet ne demektir? Bu konu üzerinde
çokça durulduğunu belirtmek lazım. Özellikle İslamlık ve Osmanlılık
tartışmasının yaşandığı yakın zamanlara kadar iktidarın kaynakları sürekli
araştırılmıştır. Osmanlı için hilafet iktidarının manevi boyutunu işaret
ediyordu. İlahi iradenin tecellisi olmasa Hilafetin elde edilemeyeceği,
Ecdattan tevarüs edilmese bu güç ve kudretin yenilenemeyeceği düşüncesi
hakimdi. Siyasi ve askeri güç sahibi olarak “fütühat”ın hilafetin ele geçirilmesinden en önemli araç olduğunun elbette
ayırdındaydılar ama yine de iktidarlarına uhrevi bir boyut yüklemekten
kendileri alı koyamıyorlardı. Ve elbette tarihi olarak Hilafetin her dönemde
olduğu gibi ancak ulema, devlet adamları, asker ve tebaanın tasvip ve biatı ile
mümkün olacağını düşünüyorlardı. Tasvip ve biat için hükümdarın seçeceği yolun
meşruiyeti ise tartışılmazdı. Bu inançlarının aslına inkar anlamındaydı.
Son Halife Abdulmecit Efendi |
Osmanlıların tarih sahnesinden
çekilmesi ve Cumhuriyet’in TBMM’ce ilan edilmesinin ardından Hilafet’in
durumunun ne olacağı büyük bir merak konusu olmuştu. Gerek Anadolu dışındaki
Müslümanlar gerek ise Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri; yeniden
düzenledikleri dünya siyasetinde Müslümanların Temsilcisi’nin kim olacağını
merak ediyorlardı. 18 Kasım 1922 tarihinde TBMM’nin kararıyla Abdülmecit Efendi
halife olarak atanmış ancak bu kez de Halife’nin yetkilerinin ve etkilerinin ne
olacağı tartışması başlamıştır. Bir yandan ülke içindeki Cumhuriyet karşıtları
Halife olarak atanan Abdülmecid Efendi’nin etrafında kümeleniyor, öte yandan da
İngiliz yönetimi altındaki Müslüman memleketlerdeki cemiyetler Ankara
hükümetine ve basına Halifeliğin akıbeti ile ilgili açıklamalar yapıyordu.
Ankara Hükümeti için ise Halifeliğin yeniden siyasal bir ağırlık kazanması
ihtimali doğuyor ve bu durum engellenmek isteniyordu.
Özellikle Cumhuriyet kararının
alınış şekline muhalefet eden önde gelen askeri ve siyasi kişiliklerin bir
rejim dayanağı olarak Halifeliği yeniden canlandırabileceği endişesi
görülüyordu. Önce Halife ile ilgili haberleri nedeniyle İstanbul basını üzerine
İstiklal Mahkemeleri aracılığı ile susturan Ankara Hükümeti, daha sonra
Halifeliği kaldırmış ve Osmanlı Hanedanlığını sürgün etmiştir. 3 Mart 1924’te
Halifeliğin kaldırılması kararı ile birlikte Osmanlı Hanedan mensuplarının sınırdışı
edilmesi, Cumhuriyet’in ve Mustafa Kemal’in Halifeliğe salt siyasi bir nitelik
yüklediği izlenimini uyandırmaktadır. Halifeliğin kaldırılmasının ardından
Türkiye’de kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı din işleriyle ilgili bütün
meseleleri idarenin kontrolünde olmasını sağlamıştır. Osmanlıların ardından son
bulan Halifelik kimilerince İslam dünyasında bir otorite boşluğu yaratmış
kimilerince ise zaten bir temsil sorunu yaşayan köhne bir kurumun gecikmiş
sonunu ilan etmiştir.
Halifeliğin kaldırılıp D.İ.B.’in
kurulmasıyla Anadolu tasavvufu son iki yüzyıldır süren çan çekisini noktalamış
ve ne yazık ki son nefesini de böylece vermiştir. Tekke ve zaviyelerin de 2
Eylül 1925’de kapatılmasıyla din tümüyle merkezi bir otoriteye teslim
edilmiştir. D.İ.B’in ülke içinde yarattığı sorunlar bir yana Halifeliğin de ne
ülke içindeki ne de uluslararası boyuttaki meselelere tek başına bir çözüm
olamayacağı açıktır. Mezhepsel ve siyasal bölünmüşlük, geri kalmışlık ve
ülkelere özgü sosyal ve siyasal çalkantılar göz önüne alındığında Hilafetin
uluslararası varlığının kolaylaştırıcı değil zorlaştırıcı bir etki yaratacağı
açıktır. Yine de günümüz İslam dünyası değişen hayat şartları, artan teknolojik
gelişmeler ve içinden çıkılmaz bir hal almaya başlayan Ortadoğu’nun kadim problemleri
gibi konu başlıklarında Batı’nın sahip olduğu manevi önderliğin eksikliğini
duymaktadır. Bu eksikliğin siyasal potansiyeli uluslararası politik arenada
bazı aktörlerin Hilafetin canlandırılması amacını gütmesine neden olmaktadır. Kimi
dini grupların önderleri, cemaat liderleri ve tarihi mirasçılar Hilafeti temsil
etme iddiasında bulunmaktadır. Özellikle Türkiye’nin son yıllardaki İslam
Coğrafyasında yüksek politik gücü yeniden Hilafet tartışmalarının alevlenmesine
neden olmaktadır.
Hilafetin Batı toplumlarındaki
tarihi aksi olan Papa; Katolik Kilisesinin ruhani reisi ve sonradan kurulan
Vatikan Devletinin başkanıdır. Hristiyanlığın üç önemli merkezi olarak görülen
Roma, İskenderiye ve Antakya arasında Roma’nın öne geçmesi Havari Petrus’un ilk
Roma Piskoposu olması nedeniyledir. 451 yılında Romalıların ikinci başkenti
olarak Konstantinapol'ün kuruluşuna değin Hristiyanlığın tek temsilcisi
olmuştur. On Birinci yüzyılda Ortodoks Kilisesi kurulana dek, Hristiyanlık
öğretisinin bölünmez hakimidir. Bundan sonra ise Katolikliği temsil etmeye
başlamıştır. Kilise, yetkisini Matta İncilindeki Petrus’a verilen otoriteden
almaktadır. Papa Petrus’un boşluğunu doldurmaktadır. Şu ana kadar 265 Papa,
Petrus’tan devralınan makamı sürdürmüştür.
Papa evrensel iktidarın en
üstünde bulunması yanında yanılmazlık[6]
özelliğine de sahiptir. Bütün inananların çobanı ve doktrin koruyucusudur. Papa’nın dünyevi ve ruhani
işlerinde kendisine yardımcı olan Kardinaller
Kurulu vardır. Papa tarafından seçilen kurulun üyelerinin en büyük
görevi bir sonraki Papa’yı seçmektir. Kardinaller Kurulu’nun Papa’yı seçmeye
başlaması ancak 12. Yüzyıldan sonra başlamış bir gelenektir. Kardinaller
Kurulu’nun seksen yaşını aşmış üyeleri ise Papalık seçimine katılamazlar. Papa
olabilmek için Kurulun üçte ikisinin oyunu alarak aday gösterilmek yeterlidir.
Acınası tarihi bir gelenek gereği kadınlar ne Kardinaller Kuruluna ne de
Papalığa aday gösterilemezler. Papalar ‘ömür boyu’ kiliseye hizmet etmek için
seçilirler. Ama yine de istisnai olarak Ortaçağda siyasi baskılar nedeniyle
istifa eden Papalar olmuşsa da görev süresi ömür boyudur. Seçimler her ne kadar
kardinaller arasında gerçekleşse de Uluslararası siyaset ve Mezhepler arası
çekişmeler hep belirleyici olmuştur.
Roma Katolik Kilisesi daha
sonradan tarih içinde bazı Papalık seçimlerini usulsüz bulmuş ve bir Antipapa[7]
listesi hazırlamıştır. Siyasal/Mezhepsel bakışa göre farklılık göstermekle
birlikte resmi kayıtlarda 39 tane Antipapa vardır. Ortaçağ’da Papalık ile
İmparatorluklar arasında artan siyasal çekişmede zaman zaman seçilen Papalar
kilise tarafında yetersiz bulunmuş ve gölge isimler Hristiyan maneviyatını
sürdürmüştür. Antipapa tanımlamasına kısaca bir parantez açarsak, bu
tanımlamanın Hristiyan mitolojisindeki antiChrist’e (Deccal) tarihi bir
gönderme olduğu da düşünülebilir. Siyasal egemenler karşısında (İmparatorlar)
yenilen Manevi egemenlik (Papa)’nın seçimine müdahale edilmesinin sonuçlarının
armagedonvari olacağı izlenimi yaratılmak istenmiştir. Bugüne kadar Papalık
Yıllığı’nda gösterilen 265 papa içinde de bazı papaların kimi mezheplerce
antipapa ilan edilmesi talep edildiyse de Vatikan 39 tane de ısrar etmektedir.
Papalığın resmi tarihine geri
dönersek, ilk Papa Aziz Petrus’un Roma Kilisesini kurduktan sonra
Hristiyanlığın manevi önderliği görünürlük kazanmıştır. Petrus, daha sonra
şehit edilince mezarı Vatikan tepesine defnedilmiştir. Ancak bu durumun
arkeolojik verilerle tespiti; tarafsız gözlemcilerce tasdik edilememiştir. Hristiyan
yazınında da Aziz Petrus’un Roma’ya gelişinin ve burada ölüşünün şüpheyle karşılandığı
olmuştur. Papaların kendilerini Aziz Petrus’a dayandırması bir meşruiyet
çabasının sonucu olabilir. Roma’nın devlet dini olarak Hristiyanlığı resmen
kabul etmesiyle Kilise kurulmuş olur. Roma Piskoposu bir doğulu geleneği olarak
baba olarak anılmaya başlanmış ve diğer dillere Latince kökeniyle
geçince Papa makamı doğmuştur.
Vatikan kurulmadan önce, Roma’da
Hıristiyanlığı temsil eden Kilise, Vatikan Tepesi üzerinde yerleşmiştir. Bugün
Vatikan olarak anılan Kutsal Topraklar[8]’da
St. Peter Bazilikası ve Meydanı, Apostolik Saray (Papalık Makamı), Sistin
Şapeli ve Vatikan Müzeleri yer almaktadır. Hıristiyanlığın ilk ortaya
çıkışındaki Roma’ya ve köhneleşmiş dini taassuba karşı geliştirdiği devrimci
ruh, ne yazık ki çağlar içinde Roma bürokrasisi içinde erimiştir. Roma’nın
yüzyıllar boyunca gelenekselleştirdiği kurumsal yapı, Ortaçağ’da Hıristiyan bir
görünüm elde etmiştir. Bu nedenle Hıristiyanlık için ilk düşman ve ilk fetih
Roma’dır. Roma, bir yandan elde edilmesi gereken ilk hedef bir yandan da elde
tutulması gereken ebedi merkezdir. Roma, öğretinin ve imanın mistik boyutuyla
tarihi bir aidiyeti ve gelenek ile geleceğin kesişen taşıyıcısıdır.
Roma’nın bu boyutu Müslümanlığa
da sirayet etmiştir. Roma, Ortadoğu’nun tek hakimi, tek devleti/kenti ve
kültürel erki olarak bütün halkları etkilemiştir. Bu anlamıyla Müslümanlığın
Roma’yı hedef seçmesinde şaşılacak bir yön yoktur. Hem dünyevi bir hükümran
olması hem de Kilise ile olan bağı nedeniyle bölge halkları üzerindeki manevi
iktidarı Roma’nın fethini zorunlu kılmaktaydı. İlk Arap akıncılardan II.
Mehmet’e kadar bütün Müslümanlar; Roma’nın ve aslında Hıristiyanlığın bölgedeki
egemenliğinin ancak Roma ile mümkün olacağının ayırdındaydı. İstanbul’un
Müslümanların eline geçmesi coğrafyada çoktandır kendisini hissettiren ikinci
bir odağın simgeleşmesini sağlayacaktır. Roma artık bu noktadan sonra sadece
Doğu ve Batı olarak değil Hıristiyan ve Müslüman Roma olarak anılacaktır. Batılı
yaklaşımın aksine Akdeniz’de ve Ortadoğu’da Roma, Müslümanlar İstanbul’u
fethedene kadar süregelmiştir. Kıta Avrupa’sında Batı Roma’nın yıkılmasıyla
başlatılan Ortaçağ, Papa’nın siyasal ve manevi etkisinin arttığı bir dönemdir.
Kilisenin egemenlik alanının
genişlemesi ise asıl olarak Ortaçağda yaşanmıştır. Keşişliğin hakim görüş
olarak Kilise tarafından tatbik ve tavsiye edildiği, dünyeviliğin iyice geriye
çekildiği bir dönemdir, Ortaçağ. Kilise ve başındaki isim Papa, halklar ve
krallar üzerinde dinin etkin gücünü kullanmış, siyasi birçok olayın merkezinde
yer almış ve cennetin krallığının emirlerini yeryüzünde uygulamaya başlamıştır.
Roma Katolikliğinin Doğu Ortodoksluğu ile bağlarının koptuğu, Roma’nın
Hristiyanlığın ve aslında dünyanın merkezinde olduğu görüşünün arttığı
dönemdir. Özellikle Bizans’ta derin etkiler bırakan ikonaklasçılığın Roma’da
yarattığı sarsıntı felsefi olarak daha büyük olmuştur. Yine Doğu ve Batı
Hristiyanlığı arasında yaşanan bir başka sorun ise Filioque[9]
tartışmasıdır. Teslis inancındaki Kutsal Ruh’un İsa’yı kapsayıp kapsamadığı
tartışması Doğu Hristiyanlarının Roma ile olan bağlarının kopmasına neden olur.
Vatikan Bayra |
Hristiyanlığın kendi içinden
çıkan ve doğrudan Roma Kilisesinin yüzlerce yıldır oturttuğu sembolizme ve
mistisizme karşı yürütülen ikonoklasçlık hareketi Doğu ve Batı Hristiyanlığının
kopmasına neden olmuştur. Hristiyanlıkta yaşanan bu kopuş bir yayılma
rekabetini de doğurur. Roma barbar kavim (Germen, İskandinav ve Slav)
ülkelerine doğru bir yayılma çalışması sürdürürken bu ülke insanlarının ticaret
yoluyla aslında Bizans’ta Doğu Hristiyanlığını tanımaya başladığı
bilinmektedir. Roma’nın özellikle yükselen egemenlik sahası, artan siyasal
etkinliği ve bireyler üzerindeki azameti dönemin siyasal aktörü olan
İmparatorlar ile rekabet etmesine de sebebiyet veriyordu. Taç giydirme böyle
bir rekabetin en masum sonuydu, çoğu zaman aforozla yada antipapa ile
sonuçlanan rekabet soyluluk unvanlarının dağıtılmasında da kendisini
gösteriyordu[10].
Doğudan kopuşun yarattığı etkiyle
Roma Kilisesi ve Papa daha otoriter ve siyasal bir görünüm kazanır. Özellikle
Fransız ve Alman Kralları üzerindeki etkisi oldukça artan Papa; taç giydirmeden
aforoza, endüljanstan papalık mülklerine kadar bir çok tartışmalı karar alır. Hristiyan
dünyası içinde büyük yankı uyandıran ve Reform taleplerinin artmasına neden
olan uygulamalar zamanla Papalığın Ortaçağ’daki egemenliğinin sorgulanmasına
yol açar. Bu sorgulama Papalığın tarihteki en eski Hıristiyan geleneklerinden
olan konsül toplamaya zorlanmasına kadar varır. Ancak bu kez konsüller inanç
kurmaktan çok, iktidar savunmak için yapılmıştır. Hıristiyanlığın ilk döneminde
gerçekleştirilen yedi[11]
konsülden sonraki Katolik merkezli ve savunma güdüsüyle oluşturulmuş bu
Konsüller; gidişi tersine çevirmeye çalışmıştır. Doğu kilisesinden ayrılış,
Protestanlığın doğuşu, Avignon Papalığı ve İmparatorlarla nüfuz mücadelesi gibi
Ortaçağ’da Papalığı ilgilendiren konularda çözüm bulunmaya çalışılmıştır. Papalar
muktedir olmakta zorlandıkları konularda Konsüller aracılığı ile meşruiyet
aramış, manevi ve dünyevi güç kazanamaya çalışmışlardır.
Ortaçağ’da artan siyasal iktidarı
nedeniyle Papa, yükselen İslam tehlikesiyle de mücadele etmek zorunda
kalmıştır. Papa II. Urban’ın İslam akınlara karşı inananlarını korumak amacıyla
bütün Hıristiyan ülkeleri kutsal savaşa çağırmasıyla seferler başlamış olur. Haçlı
hareketlerinin iki yüz yıl boyunca Akdeniz’de yaşattığı hınç ise hem tersine
bir sonuç vererek Papa’nın inandırıcılığını yitirmesine hem de Kilise’nin
dediğinin aksi siyasi gerçekler ile batılıların tanışmasına neden olmuştur.
Haçlıların öngörülmemiş bir
getirişi olarak ise kültürler arası etkileşim tarihin akışını değiştirmiştir. Fransa’da
Karalonjlerin yıkılması ve uzun süren Feodal düzenin ardından, artan kültürel
ve artistik üretim düşün dünyasını da etkilemiştir. Papa, sanatın yükselen
etkinliği karşısında önceleri büyük sanatçıları ve bilim insanlarını; ancak
kendi bünyesinde ve kendi çıkarlarına hizmet ettiği müddetçe koruma güdüsünü,
sorgulamanın kendisine ve egemenlik alanına yöneldiğinde şiddetli bir bastırma
ile yok etmeye yeltenmesi siyasal etkinliği geriletmiştir. Rönesans'ın
yarattığı kültürel birikim siyasal sorgulamayı da getirmiş ve o günün en büyük
egemeni olan Papalık zora düşmüştür. Papa dönemsel olarak bir çağın sonuna
doğru giderken bir de Avignon Papalığı[12] ve
Meşruiyet tartışmaları gibi bir çıkmaza da girmiştir.
Artan değişim talebi en sonunda
1517 yılında Martin Luther’in 95 maddelik bildirisini Kilise kapısına
çivilemesiyle başka bir boyuta taşınır. Kilisenin Latince dışında bir başka
dini ayinlerde ve İncil’de kullanılmasına karşı çıkması, aşırı merkeziyetçi
yapısı ve Kardinallik için İtalyan asıllılıktaki ısrarı Protestanlığın
doğmasına neden olur. Luther ile başlayan süreç Calvinistlerin ve Cizvitlerin
de doğmasıyla daha da büyümüştür. Papalık önce bu karşı çıkışlara daha
merkeziyetçi ve otoriter bir üslupla yaklaşmışsa da, daha sonra iki konsül daha
toplanarak Papalığın konumunu tartışmıştır. Tartışmanın erken sonuçları ve
süregiden etkileri günümüze kadar sirayet etmiş, papalık ve Hıristiyanlığın
evrensel egemenliğine mezhep boyutu da eklemlenmiştir.
Batı yazınında Birinci ve İkinci
Dünya Savaşları olarak anılan Paylaşım Savaşlarında Hristiyanlığın egemen
temsilcisi Papalık inananları kuşkuya düşürecek ölçüde politik olmuştur. İlk
büyük savaşta İtalya’nın siyasal birliğinin tamamlanmasına katkıda bulunarak
diğer batılı devletlerdeki inananları üzerindeki inandırıcılığını yitirmiştir. İtalya’nın
Roma’yı başkent olarak ilan etmesi, Roma’da ikamet eden Hristiyanlığın manevi
önderinin siyasi bir gölgenin altına girmesine neden olmuştur. İki büyük savaş
arasındaki zaman içinde Papalık, daha çok insani yardım ve savaş bölgelerindeki
inananların kurtarılması gibi konulara odaklanmıştır. Savaşı önlemeyi değil
savaş inananlar üzerindeki etkisini azaltmaya çalışmış, siyasal olarak
uluslararası arenadan çekilmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden
hemen önce Mussolini’nin İtalya’da iktidarı devralması, Papa’nın ilk paylaşım
savaşından çalkantıyla çıkan İtalyan politikası karşısında yeni bir taktik
geliştirmesine neden olmuştur.
İtalya’daki siyasal çalkantı, ilk
paylaşım savaşında yaşanan büyük onur kırıklığı ve savaşın neden olduğu büyük
ekonomik darboğaz Mussolini’nin iktidar olmasıyla noktalanmıştır. Büyük bir
ulusal motivasyona ve artan siyasal erkiyle Mussolini, Avrupa’da yükselen
milliyetçiliğin ilk görünür ismi olmaya başlamıştır. Hitler’den çok önce
iktidar olmuş ve İtalyan siyasetini faşist görüşleriyle şekillendirmeye
başlamıştır. Papa yükselen bu siyasal
erk karşısında yüzyıllardır sahip olduğu Roma’daki küçük egemenliğini döneminde
ruhuna uygun olarak resmileştirmek istemiştir. Roma şehrindeki vaticinia[13]
tepesi üzerine kurulan San Pietro Bazilikası Vatikan’ın ana merkezini
oluşturur. Papa’nın resmi ikametgahı kutsal kilise devleti resmen 11 Şubat
1929’da Mussuolini ile imzalanan Lateran Antlaşması ile kurulmuş olsa da
yüzyıllardır bulunduğu tepe ile anılmaktaydı. Unutulmamalıdır ki Papa buradaki
bazilikayı Ortaçağdan bu yana ikametgah olarak kullanmaktadır.
Paylaşım savaşlarının yarattığı
ağır ekonomik çöküntü ve uzun süren mücadelenin ancak ABD’nin Atlantik ötesi
müdahaleleri ile çözüldüğünün artık iyice anlaşılması, Britanya ve Kıta
Avrupası’nın siyasal etkinliğini kırdığını söyleyebiliriz. Ne savaşın galipleri
ne de mağlupları ABD’nin siyasal ve kültürel varlığına karşı çıkabilecek
ekonomik, politik yada toplumsal motivasyona sahip değildi. ABD’nin Avrupa’nın
düştüğü yıkıcı durumdan kurtulmasına yardım etmesi; uluslararası itici gücün
eksenini de kaymasına sebep olmuştur. Ekseni Londra, Paris, Hamburg’dan New
York, Washington, Los Angeles’e kayan dünya siyaseti yenidünyanın din ile olan
bağlılığı karşısında şaşkına dönmüştür. Papa’nın paylaşım savaşları sırasında
göstermiş olduğu yüz kızartıcı tutum, yüzyıllardır Kilise ve Devlet baskısından
kaçanlar ile büyüyen bir organizma (ABD) ve gelişen bilim karşısında dinin geri
çekilişi Vatikan’ın sessizliği ile karşılanacaktır.
Savaş sonrası Avrupa’nın içine
düştüğü bu durumda Vatikan’ın da yeri çok farklı değildir. Vatikan; mağlup ve
saf değiştiren İtalya’da belki bir siyasi ikilik yaratmak amacıyla belki de
zaten savaşlarla iğdiş olmuş toplumun elinden bir de dinlerini almak
istenmemesi nedeniyle; yeni aktörlerin eliyle siyasal varlığını sürdürmeye
devam etmiştir. Dünya Politikasının en küçük yüz ölçümlü devleti olarak
kalmasına izin verilmiştir. Vatikan’daki yüzlerce yıllık arşivlerin,
eşsiz kütüphanenin ve zengin bankanın bu iznin altındaki nedenlerden bazıları
olabileceği öne sürülebilir. Savaş sonrası dünyanın ekseninin kaymasıyla modernite doğmuştur. Avrupa’nın Paylaşım
savaşlarına neden olan kıtanın siyasal ve ekonomik güç dengesi ABD eliyle
yeniden tasarlanmış, yeni ülkeler ve rejimler inşa edilmiş ve kurulan
uluslararası siyasal kurumlar yoluyla çekişme minder dışına çıkmadan
engellenmeye başlanmıştır.
Vatikan Kütüphanesi |
Savaşın ABD dışında tek kazananı;
rejimine uluslararası arenada meşruiyet kazandıran Sovyetler olmuştur. Her ne
kadar Savaş ekonomisinin son bulacağı altmışlara kadar o da Avrupa’nın geri
kalanı gibi kendi içine çekilmiş olsa da ABD karşısında durabilecek siyasal,
ekonomik ve kültürel motivasyona sahip tek Avrupalı olarak; Sovyet ülkesi kalmıştır. Altmışlarla birlikte
Sovyetler ile ABD’nin çekişmesi savaş sonrası durulan dünya siyasetinin yeni
gündemine oturmaya başlamıştır. Vatikan’ın hiç şüphesiz çekişen bu iki
kuvvetten daha az günahkar olanının yanında olacağı açıktır. Papa, her
ne kadar kilise olarak tarihi bir çekişme içinde olduysa da doğu
Hristiyanlığını bitiren Sovyetler karşısında yenidünyaya özgü bir
muhafazakarlığa sahip ABD’yi desteklemiş ve misyonerlik faaliyetlerinin manevi
boyutuna ağırlık vermiştir. Avrupa’daki çöküntü, dünya siyasetinde eksen
kayması ve az ileride Soğuk Savaş’ın ABD lehine sonuçlanmasıyla Papa, saygınlık
kaybını sürdürür.
Yükselen seküler değerler, batılı
toplumların dinden uzaklaşması ve artan demokrasi talepleri manevi bir yozlaşmaya
neden olur. Altmışlı yıllarda tarihte ilk kez bir Papa’nın ABD’yi ziyaret
etmesiyle Vatikan Amerikanvari yeni bir kültürel hegemonyanın varlığına işaret
eder. ABD’nin altmışlarla birlikte yükselen sosyal, bilimsel ve ekonomik
motivasyonu Doğu bloğu dışında kalan dünyanın merkezinin kaymasına neden olur. Bu
merkez Vatikan’a coğrafi, kültürel ve manevi olarak uzaktır. Papa VI. Paul’un
ilk ABD ziyaretini de bu uzaklığın giderilmesi çabasına bağlayabiliriz.
Altmışlarda yükselen yeni sol, ABD ve Fransa başta olmak üzere seküler
ülkelerde Papalığın zaten tarihi olarak az olan saygınlığının daha da yok
olmasına neden olur. Altmışların hemen ardından patlak veren Petrol krizleri,
teknolojik gelişmeler ve Sovyetlerin yıkılması ile Papa diğer bütün
hanedanlıklar gibi geri plana çekilir. Papalığın diğer hanedanlıklardan farkı
ise manevi ağırlığı nedeniyle etkisinin daha trajik olmasıdır. Sovyetlerin
hemen ardından yükselen kapitalist piyasalar, kurumsal (ve hemen yüzyılımızın
başında ortaya çıkan yeni sosyal) medya ve kültürel tektipleşme Papa’nın da piyasalaşmasına
neden olur. Duvarın yıkılması sonrası yaşanan medya patlaması ise eski dünyanın
bütün değerlerini pazarlama öğesi haline dönüştürür. Manevi değerler
kıymetsizleşir, kurumlar yozlaşır, tabular yıkılır ve Pop-Kültür peyda olur. Yüzyıllar boyunca giderek artan manevi
çöküşü üzerinden atamayan Papa, pop-kültürün sıradan bir öğesi olmaktan
kendisini kurtaramaz.
Halifeliğin ve Papalığın tarihine
kısaca bakmaya çalıştıktan sonra bu iki tarihi kurumu karşılaştırsak eğer;
aşağıdaki gibi sonuçlar elde edebiliriz. Elbette ki bu karşılaştırma oldukça
öznel ve özensizlik suçlanabilecek ölçüde kısadır. Daha derin ve nitelikli
araştırmalarda, farklı başlıklarda yepyeni benzerlikler yada bambaşka
ayrılıklar tespit edilebilir.
1. Halifelik bir siyasal otorite
olarak İslam’ın ilk kaynaklarında bulunmaz, pratik ihtiyaçtan sonradan İslam
Peygamberinin uygulamaları ışığında inananlarca inşa edilmiştir. Aynı şekilde ne
Papa ne de Kilise Hıristiyan öğretisinin temel metinlerde yer almaz. Öğretiler
inananlar tarafından gelenekler göz önüne alınarak kurumsallaştırılmıştır.
Böylece denilebilir ki Doğu’da ve Batı’da Papa ve Halife olarak farklı
isimlerle anılmış olsa da iki kurumun da dinden bağımız olarak insanlarca inşa
edilmişlerdir. Bu unların elbette ki tarihi niteliklerini ve kitleler
üzerindeki saygınlığını etkilemez ama onların uhrevi değil dünyevi
niteliklerinin altını çizer.
2. Her ne kadar genel Halifelik
tarihine Hanedanlar damga vurmuşlarsa da seçim yoluyla halifeliğin temel norm
olduğu düşünülmelidir. Öte yandan Papa’lar Kilisenin yetkin üyeleri arasında
yapılan bir seçimle ilan edilir. Seçimlere yapılan dış müdahaleler göz ardı
edilecek olursa liyakat esaslı bir rejim söz konusudur. Kanımca bir Papa ile
Halife arasındaki en bariz özellik işe geliş biçimlerindedir. Her ikisi sonuçta
siyasal görünümlü dini bir otorite olmakla beraber, Papalıktaki liyakatin
seçimdeki etkisi oldukça dikkat çekicidir.
3. Yasama, Yürütme ve Yargı erki
Halife elinde toplanmıştır. Halife dinin olduğu kadar devletin de başkanıdır. Vatikan’dan
önce Papa’nın dünyevi yetkileri resmen bulunmamaktadır. Papa ancak Vatikan’dan
sonra bir devlet reisi olarak kabul görmüştür. Papalık makamı Vatikan ülkesinin
kurulmasına kadar devletleşmemişken Hilafet tarihi olarak yaratıldığı andan
itibaren hep bir devlet ve otorite sembolü olagelmiştir.
4. Zaman içinde Halife’nin de
Papa’nın da inanç sistemlerindeki temel normlara ters şekilde el değiştirdiği
görülmüştür. Bu nedenle iki kurumun da dini otorite kimliğinden çok siyasal
iktidarı insanları daha yakından etkilemiştir, denilebilir.
5. Hem Halifeliğin hem de Papalığın
siyasal ve manevi boyutu zaman içinde farklılık göstermiştir. Kimi zaman
insanlar üzerindeki manevi etki yoğunluk kazanmış iken kimi zaman Papa yada
Halife sıradan bir kral gibi hareket etmekte çekince hissetmemiştir.
6. Halifelik de Papalık da inançlı toplumlarını
bir arada tuttuğu gibi böldüğü de olmuştur. Bu iktidarlarının bunca yıllık
kadim tarihlerinde yadırganmayabilir. Ancak bu ortak özellik iki iktidarın da
hem doğuda hem batıda oldukça tartışmalı kararlara imza attığını hatırlatmaktadır.
7. Halifelik kendi inananları kadar
başka inançlardaki toplumları da yönetmiştir. Papalık ise sadece kendi
inananları dışındaki toplum kesimlerini dikkate almaz. Hilafet yönetimi
altındaki başka inançtaki insanların yaşamlarını olumlu yada olumsuz yönde
etkileyebilecek kararlar almışken, Papalık, en azından görünüşte, diğer
inançlardaki insanlar hakkında kafa yormamıştır. Onları dışlamış ve kimi zaman
kendi etkisi altındaki siyasal iktidarların dahi insanlık dışı uygulamalarına
sessiz kalmıştır.
8. Halife bir danışma kurulu ile
birlikte çalışsa da son söz kendisindedir. Doğulu toplumların ortak özelliği
olarak yetki çoğu zaman tek adamda toplanmıştır. Oysa Papa’nın bir danışma
kurulu mevcuttur ve zaman içinde bu kurulun etkisi daha da güçlenmiştir. Öyle
ki Papa’yı belirleme yetkisi dahi bu kurula geçmiştir. Hilafetteki danışma
kurulu nihayetinde bir meşruiyet kazandırma arzusunun tezahürüdür.
9. Halifelik kurumsal olarak hiçbir
zaman devleteşememiştir. İstisnai olarak Devlet reislerinin Halifeliğinden söz
edilebilir. Yine benzer şekilde Papa, Vatikan’a değin hiçbir zaman bir devlet
idare etmemiştir. Tarihi olarak hep siyaset içinde ama konum olarak siyasetin
üstünde durmaya çalışmıştır. Vatikan’ın kurulmasından sonra ise Papalık
kelimenin tam anlamıyla devletleşmiştir.
10. 1923’te kurulan Türkiye
Cumhuriyeti, bir yüz yıl kadar Osmanlı tebaası dışında neredeyse takipçisi
kalmayan, evrenselliğini yitiren halifeliği sona erdirmiştir. Papalık ise Vatikan
ile devletleşip günümüze kadar devam etmiştir. Gücü ve konumu zaman içinde
evrimleşmiştir.
Sonuç
Her iki kadim otorite de aslında,
tarihi ve coğrafi olarak doğuya ait kavramlar gibi görülse de Papa zamanla
batılı bir hal almaya başlamıştır. Akdeniz’in tarihi mirası ve kültürel açından
varabileceği en üst kimlik olarak Roma, kent olarak Kiliseyi içerir ama Kilise
de eni konu Roma’nın ta kendisidir. En ez Hıristiyanlık kadar Halifelik de
Roma’ya çok şey borçludur. Halifelik kurumsal kimliğini Romalılaşmış Arap
memleketlerindeki yönetim gelenekleriyle inşa etmiştir. Roma’nın Doğu’daki
temsilcisi Konstantinapol Türkler tarafından ele geçirilmese; Halifelik,
sıradan bir Arap yönetim şekli olarak sürecektir. Bu haliyle Halife, Müslümanlaşmış Roma
gibidir. Halifeler de en az Papalar kadar Romalı olma, Romalılar gibi yaşama ve
Ekümenik Roma’yı yönetme iddiasındadır.
Bu nedenle ne Halifelik ne
Papalık Roma olmadan kendisini ifade edemez. Aslında Halife de Papa da sanki
Romanın birer vasili gibidir. Roma’nın kurduğu şehirlerde, Romalılardan kalma
cadde ve sokaklar üzerinde, Romalılarınkine benzer geleneklerle yaşayan iki
idari veçhe; bir madalyonun iki yüzü gibidir. Müslüman yada Hıristiyan olmak
Romalı olmaktan çok daha önemli değildir. Ne birbirinin aslı ne de tam olarak
karşıtı. Benzer ama birbirlerini karşılamayan iki ayrı yüz. Ama yine de bu iki
ekümenikten sadece bir tanesi günümüze intikal edebilmiştir. Asla Vatikanlaşamamış Osmanlı Halifesi’nin
Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte tarih sahnesinden çekilmesiyle ‘Müslüman Roma’
Hıristiyan Roma’yı yalnız bırakmıştır.
Dr. Selahattin ÖZKAN
Dr. Selahattin ÖZKAN
Yararlanılan Kaynaklar:
- Türkiye
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’nin ilgili maddeleri
- Gelişim
Hachette Ansiklopedisi’nin ilgili maddeleri
- Papalık
Tarihi, Halim Işık, Ozan Yayıncılık, 2006
- Hıristiyanlıkta
Papalık Kurumu: Ortaya Çıkışı, Tarihsel Gelişimi, Bugünkü Durumu,
Bekir Zakir Çoban, Doktora Tezi, 2007
- Khilafat
and Caliphate ,Mubashar Ahmad, M.D.
- Fütühu’l
Büldan, El-Belazüri, Kultür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1987
- Türkiye
Tarihi, Cem Yayınları, Cilt: 4, Günümüzde Türkiye, 1995
- Türk
Devrim Tarihi, Toktamış Ateş, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2000
- Atatürk ve Demokratik Türkiye, Halil İnalcık, Kırmızı Yayınları, 2007
[1] Fat’r
Suresi, 39. Ayet “…sizi yeryüzünde halife kılandır…”
[2] Ömer bin Hattab ile Ömer bin Abdullaziz gibi halifeler
buna karşı çıkarlar ve Hilafatullah (Allahın Temsilcisi) yerine HilafatulResulullah
(Peygamberin Temsilcisi) olduklarını söylerler.
[3] Halifenin
Ortağı
[4] Allah’ın
yeryüzündeki gölgesi
[5] Cihet-i
Camia-i Hilafet
[6]
İnfaillibilité
[7]
Vatikan ve Katolik dünyası
tarafından papalığı sonradan tarihsel olarak usulsüz bulunan papalara verilen
addır.
[8]
Hıristiyanlar bu arazi için günümüzde Holy See tanımını kullanmaktadır.
[9] Siyasal
olarak Batı ve Doğu Roma(Bizans)ın egemenlik kaynaklarının ayrışmasına ve
ikinci bir Roma’nın Konstantinapol’de kurulmasına neden olur.
[10]
Investiture denilen bu uygulama batılı tarihçiler için yaklaşan devrimler
çağının nedenselliği olarak araştırılmaktadır.
[11] İznik(2),
İstanbul(3), Efes ve Kadıköy’de gerçekleştirilen bu konsüller, inancın temel
niteliklerini belirlemeye gayret etmişlerdir.
[12] 1309
ile 1376 arasında yedi Papa Fransa’daki Avignon’da ikamet etmiştir. Resmi
Papalık tarihine göre Avignon dönemi Papalığın imparatorlar karşısında yenik
düşmesinin bir sonucudur. Bu dönemdeki papalık faaliyetleri siyasal iktidarın
gölgesinde kalmıştır.
[13] Tiber
Nehrinin yanındaki Roma kentindeki yedi tepeden birisi. Antik Roma’da Mesire
alanı, yarış yeri yada sirk gibi çeşitli amaçlarla da kullanılmıştır.
Hıristiyan Mistizmine göre tepe de Aziz Petrus’un mezarı buradadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder